“Çemberin Dışı” köşesi bu kez başlıksız, herkes kendine bir başlık koysun.
Umutla geldi Haziran, korkunç bir kâbustan uyandırdı bizleri ve nihayet kocaman bir 13 yılın ardından aydın bir güne uyanabiliyoruz artık ya da daha aydın günlere umutla...
Kimi büyülü bir rüyaya gözlerini kapadığını zannetti, kimi başından beri biliyordu, kapatırsa gözlerini, kâbus başlayacaktı. Hoş, kapatsa da kapatmasa da başlayacaktı, başladı!
13 yıl, kocaman bir 13 yıl! Dile kolay, bize zor!
“Kahraman polis” destanlar yazdı(!)
Gencecik fidanlarımızı gömdük Gezi toprağına,
Sorgulandık, yargılandık,
Yandaş olmadık, kıç kılı olmadık diye “satılmış kalem” olmuşluğumuz dâhi var!
Hayhay! Kalem satmak; çalmak, kıç kılı olmak, podyumdan çıkıp hacca, Umre’ye gitmek (Hayret, o şeytan, nasıl taşlamadı sizleri!) gibi eylemler göz önüne alındığında fazlaca onurlu geliyor kulağa.
Memleketin başına gelenleri saymaya gerek yok artık, şu umut dolu anları 13 yıllık geçmişin karanlık hatıraları ile kirletmek niyetinde değilim. Ancak asıl satılmışların bundan sonraki ahvalini tam anlamıyla “bir komşu teyze edasıyla” merak etmekteyim.
Biri, iki silahından biriyle diline sıkabilir mesela. Dilini dışarı çıkarır da ateş ederse (pabuç kadar olduğundan) ölmez, ancak konuşma yetisini kaybederek, -kullanmayı hiç sevmesek bile- bize mutlaka, “Bingo!” dedirtir.
Diğeri, Hristiyanlığı denemiş, olmamış; Budizm’i denemiş olmamış, “Ak”izm’in olmayacağı zaten aşikârdı. Ahmet Yesevi gibi, kendine bir çukur kazdırıp, inzivaya çekilsin. Başka türlü olmayacak belli ki bu iş!
Öbürü, “% 41,5 maşallah” diyen, şarkıların %100’lük utancına söylenecek tek şey: “Kafana sık, git!”
Neyse, bunlar ve türevleri yazmakla bitmezler. Umuda doğduk dedik, umudu “ak”la karartmamak, güzelliklerden bahsetmek gerek.
Yırtık dondan çıkanları, don değiştirir gibi ideoloji ve din değiştirenleri, ölü kemiği sızlatıcılarını, kıç kıllarını gördük, ırkçılığı gördük, faşizmi, militarizmi, cinsiyetçiliği, gemicikleri gördük, silahları, ayakkabı kutularını gördük! Hatta Yılmaz Özdil’i de gördük!
Bunca karanlığın ardından aydınlandık nihayet. O karanlığa fener tutan herkesi, özgürlük ve barışla kucaklıyorum.
Kafasını kapatarak, din değiştirerek, oraya buraya giderek, boş boş konuşup ya da susup, (esas) “kalem”, ideoloji, ruh, fikir satan, ancak hep adı gündemde olan bir güruh karşısında, adı anılmayan, belki bilinmeyen öyle cesur insanlar var ki...
Her birini saymam mümkün değil elbette, ama özellikle:
“Yan masaya” her daim: “Devrim!” diye seslenen, işaret parmağı her daim devrimi gösteren, “nar” gibi, bir görünüp bin çoğalan Sezai Sarıoğlu,
Yılmaz Özdil kitaplarını satmama kararı alan ve bunu gümbür gümbür duyuran (Akademi Kitapevi adına) Özcan Sapan (Duruş ve mücadelesinden söz etmeye bile gerek duymuyorum, bu tavır her şeyi gözler önüne seriyor nihayetinde.),
En “acı” anlarda bile güldürebilen, ancak sonrasında uzun uzun düşündüren, tam anlamıyla “babasının oğlu” olan Ahmet Nesin,
Tüm ihtarlara, yasaklara gülüp geçen, kalemiyle güldüren, ardından derin derin düşündüren, “kalemi güzelim”, tam anlamıyla “Usta’nın gelini” Hilal Nesin,
Ayakkabı demeye korkan, kutu görünce kaçan, “babacım” demeye çekinen insanların türediği bir memlekette, üstelik an memleketin “gam” telindeyken, hiçbir kaygı gütmeden bam telinden “babacım babacım” diye ses yükselten Erdal Güney,
Kimi memleketlisi tarafından “bölücü(!)” olarak görülse de, (hayırsızlıklarına rağmen) “tamamlanmak” denince akla ilk gelen, o hırçın Karadeniz’in, ruhu Kürt Laz’ı Büşra Kanoğlu...
Daha ismi sayılacak nicesi... (Sayamadıklarım affetsin, güzel ruhlarına sığınıyorum. Malum köşemiz dar.)
İyi ki varlar,
İyi ki varsınız!
Bizler, “devrim” diye seslenmeye, “ayakkabı kutularını” dillendirmeye, “tırları görüntülemeye” ağaç dikmeye ve “dikilmiş ağaçların” mücadelesini vermeye devam edeceğiz,
Ancak onlar, kestikleri ağaçlar altında kalacaklar.