İlkokulun ilk yılları oyun ile okuma, yazma ile öğrenme arası; aile zoru ile geçen zorunlu yıllar gibidir. Öğretmeninizi severseniz şanslı bir öğrencisinizdir. Okul daha sevimli, öğrenme kolay, sonuç harikadır…

Okumaya başlayan öğrenciye kırmızı kurdele takarlardı. Ben öğretim yılının son günlerinde kendi gayretimle iki üç günde okumayı çözdüm ve kurdele takıldım. İlk yıllar benim için bir oyundu adeta; dördüncü sınıfta çalışkan bir öğrenci olmaya başladım. Öğretmenimiz yakın köylümüzdü, babamla tanışırlardı. Oysaki tanış olmamaları daha iyi olurdu; bence eğitimde tanıdık olması gelişimde eksi yönde etken olabiliyor. Belki de bu bana göre böyle.

İlkokul beşinci sınıfta iyi bir öğrenciydim, kendimi iyi, sınıfa göre başarılı görüyordum. İlkokul beş yıl olduğundan bizim mezuniyet yılımızdı. Öğretim yılının son günlerine doğru öğretmenimiz sınıfın bütün velilerini okula çağırdı. Sınıfımızda veliler, öğrenciler ve öğretmenimiz toplandık. Öğretmenimiz ön bir konuşma yaptı. Konuşmanın akışı ile veliler sırayla öğretmene sormaya başladılar.

Soru:

“Hocam ben bu çocuğumu okula mı, sanata mı göndereyim?”

Bu mantıksız sorulara öğretmenimiz öğrencinin yanında; veliye öğrencinin özelliklerini anlatarak yön veriyor. Okula gönder veya sanata gönder diye. Sıra anneme geldi. Heyecanla bekliyorum. Annem sordu. “Hocam ben çocuğumu okula mı yoksa sanata mı yollayayım?” Öğretmenim şöyle bir durdu ve dedi ki: “İster okula yolla, ister sanata ver.”

Çok üzülmüştüm, Öğretmenime olan sevgim erozyona uğruyordu. Unutamadığım bir anımdır. Ailem okumama karar verdi, ortaokula gittim. İlk günler sınıfta başarılı bir öğrenciydim. Aktif, derslerde söz alan katılımcı bir öğrenciydim. Bulunduğum çevre, yönlendiricinin olmaması, ailenin çok güvenmesi, oyunlar, futbol o yıl sınıfta kalmama neden oldu. O yıl sınıfta kalma hakkımı kullanmıştım.

O yılın yaz tatili hüzünlü geçti benim için. Başarısızlığım; yemek sofrasında, neşeli bir ortamda, unuttuğumda daima yüzüme vurulurdu babam tarafından. Güzel bir dozda sunulan bu eleştiriyi güzel bir söz ile beslerdi babam: “Bizim tek sermayemiz okumaktır.” derdi. Bu tavır okumama, her yıl teşekkür veya takdirli karne almama neden olmuştu.

Yaz aylarında genelde akrabalar yaz ayının belli bir dönemini ayarlarlar ve topluca yaylaya giderdik. Sınıfta kaldığım orta birinci sınıfın yaz tatilinde yine yaylaya gittik.

Hüzünlüyüm, sınıfta kalmışım; ailemin üvey evladı gibiyim. Gerçi bu üvey evlatlığı yaratanda benim düşüncem ve davranışım. O tatil bana çok şeyler

kazandırdı. O yıl iyi bir gözlemciydim; sürekli zihnimde yılın muhasebesini, muhakemesini yapmam, beni daha bilinçli olmaya yönlendirmişti.

O yıl ki yayla günlerini hiç unutamıyorum. Birkaç anımı paylaşmak isterim.

Yaylada basit bir tartışma özünde tartışmada sayılmaz. Bu konu geceye taşındı. Ateşin etrafında toplanan yayla sakinlerine geceyi unutulmaz kılan; doğaçlama bir tiyatro gösterisiydi. Konu geceye taşınan anlaşmazlıktı.

Sıddık Yıldırım hâkim, Resul Yıldırım savcı ve avukatlar. Mübaşir Ali Yıldız, davalılar Bekir Yıldız ve Sultan Yıldırım. Süper bir doğaçlama, espri dolu anlar. Şahitler, savunmalar ve karar. Gecenin bu güzel doğaçlamasının ardından müzikal gösteriler ayrı bir iz bırakırdı bizde. Alıştığımız Mahzuni Şerif, Kızıltuğ, Daimi eserleri, ağıtlar, hüzünlü eserler dışında bir gösteri benliğimde kalanlardandır. Aydın, kültür seviyesiyle örnek, bulunduğu ortamda iz bırakan öğretmen Resul Yıldırım ve eşi İnci hanımın düeti.

“Karagözlüm efkârlanma gül gayrı, / İbibikler öter ötmez ordayım. / Mektubunda diyorsun ki gel gayrı, / Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım.”

Dinlediğimiz eserlerin dışında gönlümüzü okşayıcı bir eser. Evet, güzel bir düetti.

Maya Angelov’un bir sözü var diyor ki:

“İnsanlar söylediklerinizi ya da yaptıklarınızı unutur, ama onlara hissettirdiğinizi asla unutmaz.”

Bir yığın renk var. Mavi, yeşil, kırmızı, beyaz gibi… Yaşamımızda da kişiler bir renktir. Önemli olan bu renkleri görmek, hissetmek, sevgimizi karşılıklı sunmak…

Yaşamınızda güzellikleri hissettiren kişiler olmanız dileğimle…

Hoşça kalın