SOSYAL MESAFE
Bazı kavramlar hayatımıza ansızın girerler ve biz de onları hemen hiç sorgulamadan kullanmaya başlarız. Halbuki düşünme eylemi bizatihi kavramlarla olur, dolayısıyla doğru düşünme de elbette doğru kavramlarla mümkündür.

Peki son zamanlarda günlük dilimize sokulan “sosyal mesafe” kavramının, anlatmak istediği şey ile çağrıştırdığı tarihsel-sosyal içerik gerçekten örtüşmekte midir? Bence hiç örtüşmediği gibi ciddi bir çarpıklığı da bünyesinde barındırmaktadır. ”Sosyal mesafe” kavramı tarihsel ve sosyolojik olarak sınıflar, zümreler, kastlar vb. arasındaki; daha çok dikey hiyerarşiye yani bir altlık-üstlük ilişkisine bağlı ayrımları çağrıştırır. Bir maraba ile ağanın, köle sahibiyle kölenin, patronla işçinin, aristokrat ile sıradan halkın ve hatta bürokrat ile alt düzey bir memurun arasındaki, aslında fiziksel olmaktan ziyade, tamamen sınıfsal olan mesafeli ilişki biçimini tanımlar.

Hal böyleyken insanlar arasında “fiziksel mesafe” anlamına gelecek şekilde kullanılmasındaki hata sanırım kavramın anlam bakımından ne ifade ettiği düşünülmeden yapılan düz bir çeviriden kaynaklanmaktadır.

Elbette bu yazının amacı kavramlar üzerine entelektüel bir gevezelik yapmak değil. Ben yazının devamında “sosyal mesafe” kavramı yerine “fiziksel mesafe” kavramını kullanacağım için bunun nedenini kısa bir girizgah ile açıklama gereği duydum, hepsi bu kadar…

Gelelim asıl meseleye.. Başka insanlar ne hissediyor bilmiyorum. Ama ben bu 3 ay içerisinde vebalıymışım hissine çok kapıldım. Aynı kaldırımda yürüdüğüm insanların yan yana gelmemek için telaşla karşı kaldırıma geçtiklerine şahit oldum.

Marketlerde en teknolojik maskelerini takmış insanların alışveriş sırasında birazcık yakınından geçen diğer insanlara öfke dolu bakışlarını seyrettim sayısız defa. Eski alışkanlıkla karşılaştığımızda elimi uzattığım dostlarımın ellerini ateş değmiş gibi kaçırışlarını bir suçlu mahcubiyeti ile izledim birçok kez. Sokağa çıkan yaşlı insanların aşağılandığı çok sayıda video paylaşıldı sosyal medyada. “Tecrit, daha fazla tecrit”, “daha fazla sosyal izolasyon”, ”daha fazla sosyal mesafe”, “daha çok sokağa çıkma yasağı”…taleplerinin toplumun sağından-solundan histerik bir şekilde dillendirildiği, can derdine düşmüş, korkmuş yada korkutulmuş yığınların adeta bir distopyaya dolu dizgin koştuğu, sosyolojik ve psikolojik yönden ciddiyetle  incelenmesi gereken bir sürecin yaşandığını düşünüyorum.

Tesadüfen aynı asansörü paylaştığım komşumun yüzündeki -en hafif tabirle- suçlayıcı bakışları, gelip geçici basit bir yabancılaşma olarak ele almanın mümkün olmadığı görüşündeyim. Kanaatimce yabancılaşma sanıldığından çok daha derindir.

Bir fay hattındaki kırılma nasıl ki yüzeyde küçük bir çatlak gibi görünse de yer kabuğunun onlarca kilometre derinliğine kadar inerse, toplumda oluşan bu fiziksel mesafenin, çok uzun olmayan bir süreçte derinlere kadar inen hakiki ve kalıcı bir “sosyal mesafe”ye dönüşmesi küçümsenecek bir olasılık değildir.
Toplumda içe dönme, bireyselleşmenin daha da hızlanması, dayanışma duygularının zayıflaması süreciyle karşı karşıyayız.

Sadece hayatta kalmak için, sosyal bir canlı olan insanın toplumsallığını feda eder noktaya doğru sürüklenmesi masumca kabul edilemez. Böyle bir yola sürüklenme çabalarını dünyanın içinde bulunduğu ekonomik ve politik sistemden ayrı düşünmek olanaklı görünmemektedir.
Daha şimdiden, kapitalizmin bundan sonraki aşaması olarak konuşulan ve ‘Endüstri 4.0’ olarak adlandırılan aşamanın provasını yaşar gibiyiz. Neydi Endüstri 4.0’ın argümanları hatırlayalım..

-Robotik üretim ve insanın gereksizleşmesi (kitlesel işsizlik ya da nüfusun azaltılması)
-Evden çalışma,
-Uzaktan eğitim, (aslında kitlesel eğitimin de gereksizleşmesi)
-Dijitalleşme,
-Elektronik para,

Normal koşullarda direnç göstereceğimiz, kabullenmeyeceğimiz ya da onlarca yılda ancak içselleştirebileceğimiz tüm bu aşamaları 3 ay gibi kısa bir sürede nasıl da çabuk benimsediğimizi bir düşünelim..

-Tamamen robotların kullanıldığı dolayısıyla virüslerden, salgın hastalıklardan etkilenmeyen birçok fabrikanın bu süreçte hızla üretime başladığı haberleri sıkça medyaya yansır oldu.
-Evden çalışma, esnek çalışma hayatımızın adeta doğal bir parçası haline geldi bir anda ve kesinlikle kalıcı hale gelecektir. Dünyada milyonlarca insan bir daha ofislerine dönmeyecek.
-Uzaktan eğitim zaten herkesin malumu. Argümanlar zaten hazır. (kalabalık sınıflar yok, hastalık bulaşma riski yok, servis yok, kötü arkadaş kaygısı yok…vs.)
-Aylardır evinden çıkamayan yaşlı insanlar kendilerini sosyal medyaya verdiler. Bir çoğunun  Facebook, Instagram vb. sosyal medya hesapları oldu. Whatsapp’ tan konuşmaya başladılar, bankacılık işlemlerini internetten yapmayı  öğrendiler. Böylece özellikle yaşlı nüfusun dijitalleşme hızında büyük bir mesafe kat edildi.
-Elektronik para meselesinin ise dünyanın gündemine hızla gireceği ve pek yakında kağıt paranın tamamen kalkacağını öngörmek zor değil. ( kağıt paranın ne kadar kirli olduğunu 100 yıl sonra keşfetmiş bulunuyoruz!!)

Peki dünyayı yönetenlerin bu yaşananları öngörmediğini varsayabilir miyiz? Bu salgını sıradan, insanlık tarihinde bolca var olan salgınlardan biri olarak ele alabilir miyiz? Ben en azında sonuçları itibariyle böyle ele alınamayacağını düşünenlerdenim.. Elbette salgın hastalıkların insanlık tarihinde önemli değişikliklere yol açtığı doğrudur. Ama bu salgının gerçek gücü ile pazarlanma gücü arasında büyük bir fark olduğu, medya gücüyle olduğundan abartılı bir şekilde yansıtıldığı ,geniş yığınların can korkusuna bilinçli olarak sevk edildiği biraz objektif bir gözle bakılırsa rahatlıkla anlaşılacaktır. Burada “Yüzbinlerce insan öldü kardeşim, sen ne diyorsun?’ diye itiraz edenler olabilir elbette. Bir salgın hastalık olmadığı iddiasında değilim. Ama salgının dünya çapında pazarlanma biçiminin masumca olduğunu kesinlikle kabul edemem. Ayrıca dünyada her yıl kaç insanın öldüğünü ve neden öldüğünü çok merak eden varsa Google hazretlerine soru versin. Biraz araştırma yaparsanız Covid-19 salgınının ilk 10’a bile girmeyen bir sağlık problemi olduğunu rahatlıkla görebilirsiniz. Hemen birkaç rakam verebilirim.

Bu yıl içerisinde şu ana kadar (07.06.2020) dünyada bulaşıcı hastalıklardan ölen insan sayısı 5,655,000 dir. Bunlardan yaklaşık 400,000 kadarı(07.06.2020 itibariyle) covit-19 salgınından ölmüştür. 5 yaş altı ölen çocuk sayısı 3,310,000, AİDS hastalığından ölen sayısı 732,200, Kanserden ölen insan sayısı 3,577,000, sigaradan ölen 2,177390, sadece intihar eden insan sayısı 467,000 dir. Açlıktan ölen insan sayısının günde 20,000 olduğu gerçeği sanırım en çarpıcı olanıdır. Tablo uzatılabilir elbette ama lüzumu var mı?
Peki o zaman yaşananlar ne anlama gelmektedir?

Antik yunan filozofu Aristoteles insanı ‘polis hayvanı’ olarak tanımlar. (Polis kelimesi Yunancada Kent anlamına gelir.) Yani insanı toplumsal canlı, toplumsallığın en yetkin biçiminin de kent olduğunu düşündüğünden insanı “kent hayvanı” yada “kent canlısı” diye tanımlamıştır. İnsan toplumsallığının en olgun biçiminin kentler olduğunu söyleyen Aristoteles ,dolayısıyla insanın en yetkin haline de ancak kentlerde ulaşılabileceğini düşünmüştür. Gerçekten de tarihe baktığımızda şunu rahatlıkla görürüz ki insanlık kentler kurmadan, ne doğa bilimleri ne felsefe, ne de sanat mümkün olmuştur.

Kent iş bölümü üzerine kuruludur. İş bölümü doğal olarak bir yabancılaşma potansiyelini içerisinde taşır. Kentlerde yaşayan milyonlarca insan, aslında her sabah birbirleri için sıcak yataklarından kalkarlar, birbirleri için işe koşarlar, birbirleri için çalışırlar ama çoğu zaman bu gerçeğin farkına varamazlar. Bu bilinç çarpıklığının nedenleri başka bir tartışmanın konusudur. Burada değinmeyeceğiz.

Anlatmak istediğim şey, insan ister bilincinde olsun ister olmasın ancak diğer insanlarla bir aradayken insandır. Toplumsallıktan soyutlanmış, salt bir birey olarak bir nevi doğa durumuna geri döndürülmüş bir insan, insan olarak kalamaz. Hayvanlaşma kaçınılmazdır.

Daniel Defoe’nin Robinson Crusoe  adlı macera romanını çocukluğumda heyecanla okuduğumu hatırlıyorum. Robinson Crusoe adlı maceracı bir gencin bir gemi kazası sonucu ıssız bir adaya düşmesi ve 28 yıl adada yaşaması anlatılır romanda. Issız bir adada 28 yıl geçiren Robinson’un insani özelliklerinden hiçbir şey kaybetmediğini hatta adaya 25 yıl sonra gelen bir yerliye İngilizce öğrettiğini ve onu eğittiğini görürüz. Romanda Robinson’un psikolojisine dair hemen hiç çözümleme yoktur.
Roman kahramanı 28 yıllık esaretin ardından adadan kurtulduktan sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi uygarlığa rahatça geri döner ve hiçbir adaptasyon sorunu yaşamadan hayatına kaldığı yerden devam eder. Peki böyle bir şey mümkün müdür?

Bu sorunun cevabı; hiç şüphesiz mümkün değildir. ”insan insanın aynasıdır” diye bir söz vardır. Bu söz birçok filozofa addedildiği gibi, Mevlana’ya ve hatta Hz. Muhammed’e de mal edilmiştir. Atasözü olarak da kullanılır. Bence bizi insan yapan şeyin diğer insanlar olduğunu en güzel anlatan sözdür. Peki 28 yıl boyunca başka bir insan yüzü görmeyen, başka bir insanın gözünde kendini aramayan, başka bir insanın gözünde değerini tartmayan biri, insan olarak kalabilir mi? 25 yıl kullanmadığı bir dili hafızasında koruyabilir mi? 28 yıl herhangi bir ahlak normu ile sınırlanmamış bir insan toplumsal yaşama sorunsuzca adapte olabilir mi? Günümüz psikoloji ve sosyoloji bilimi bu soruların hiçbirine olumlu yanıt veremeyeceğimizi bize söyler.

Peki dünyada apartman dairelerine  kapatılmış yada sokağa çıkabilse bile bir ayna olabilme mesafesinden uzağa itilmiş insanlık insanlığını koruyabilecek midir? Dokunamıyoruz, sarılamıyoruz, öpüşemiyoruz, koklaşamıyoruz. Duyularımızı yitiriyoruz. Görmek en az bir buçuk metreden olacak; aşka  müsait değil. İşitmek en az bir buçuk metreden olacak, fısıltı yok; sırdaşlığa müsait değil. El öpmek yok; hürmetini gösteremezsin, göz öpmek yok; takdirini gösteremezsin, yanaktan öpmek yok; sevgini gösteremezsin, dudaktan öpmek yok; aşkını gösteremezsin. Duygular ölümsüz değildir.

Günlük yaşam ritüellerimizin bir çoğu aslında duygularımızı yaşatmak üzere tasarlanmıştır. El sıkışmak böyledir. Tanımadığımız bir insanla ilk ellerimiz tanışır. Dostluğa ya da düşmanlığa ilk ellerimiz karar verir. Samimiyeti sözlerden çok dokunuşlarda bulmaz mıyız? Gerçekleri sözlerden çok gözlerde aramaz mıyız? Bedenimizin dili sözlerimizden hem daha eski hem de daha güçlü değil midir? Beden dilini yitirirsek kendimizi sözcükler dünyasının ruhsuz iletişimine terk etmiş olmaz mıyız? Zaten günümüzde giderek sanallaşan iletişim biçimimiz bu ruhsuzluğu, deyim yerindeyse yavanlığı ciddi bir problem olarak karşımıza çıkarmakta idi. Bununla beraber “sosyal-fiziksel mesafe” yada “kontrollü sosyal hayat” diye adeta dayatılan yeni yaşam biçimimiz mevcut problemi daha da derinleştirecek gibi görünüyor.

Bu öngörülerimi abartılı bulan birçok okurun olacağını tahmin etmek zor değil. ” Yahu ne olacak altı üstü 3 aylık bir süre” yada ”biz çabuk unutan bir toplumuz hemen toparlarız”, diye düşünenler olacaktır. Bu argümanlar çok zayıf argümanlardır. Birincisi 3 ay insan davranışlarının kalıcı değişikliklere uğraması için yetersiz bir süre değildir.( Bir aylık temel askerlik eğitiminin bile insanı nasıl bir robota çevirdiğini askerlik yapan herkes bilir.) İkincisi süreç bitmiş değildir, ”kontrollü sosyal yaşam” adı altında aylarca hatta yıllarca sosyal izolasyon politikalarının sürdürülmek istenildiği anlaşılmaktadır. Dahası doğal ya da biyolojik silah olarak bu tip salgınların hatta daha ölümcül olanlarının yaşamımıza daha sık girmeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur. O zaman ne yapacağız? Mağaralarımıza saklanıp yıllarca insandan mı kaçacağız? Kendimizi yıllarca tecrit mi edeceğiz? Kaldı ki o izole hayatlarımızı sürdürmemiz için bile milyonlarca insanın çalışmaya devam etmesi gerekmektedir. Fırıncıysan mağarana saklanamazsın, doktorsan, hemşireysen mağarana saklanamazsın, kargo görevlisiysen mağarana saklanamazsın, çiftçi isen mağarana saklanamazsın, bir elektrik santrali çalışanıysan saklanamazsın, demir-çelik fabrikasında yüksek fırın işçisiysen saklanamazsın, gıda naklediyorsan, lojistik hizmeti veriyorsan saklanamazsın… Bu liste çokça uzatılabilir elbet. Ama gerçek şudur ki saklanabilenler saklanamayanlar sayesinde saklanabilirler. Herkes saklanmaya kalkışırsa taş devrine dönmek için sanırım bir hafta yeterli olur.

Her şeye rağmen insanın insan yanı, insanın özü direnmeye devam edecektir diye düşünüyorum. Özellikle son zamanlarda tüm dünyada yaygınlaşan kitlesel protestoları bu direncin bir göstergesi olarak yorumluyorum.

Özgürlüklerimizden ne kadarını ne uğruna feda edebiliriz? Günün sorusu budur ve daha fazla sorulmayı hak eden bir sorudur.