Furkan Celep “insanlığa” son mektubunu yazıp uçurumdan kanatlandığında henüz 18 yaşındaydı. Kendisini ait hissetmediği bu dünyayı biz ‘ucubeleşmiş’ insan yığınlarına bırakarak aramızdan ayrıldı. Bize benzemek istemedi, belki de bize benzemekten korktuğu için bu yolu tercih etti, kim bilir? Belli ki cesaretinin son kırıntılarını da kaybetmeden bu eylemi gerçekleştirmek gerektiğine inandı…

Bu öylesine bir gidiş değildir. Bu bir meydan okumadır. Bir protestodur. Dünyanın en naif üslubuyla yazılmış en sert protestosudur geride kalan mektup. Geride kalanlar, yaşadığını sananlar, akıllarını deliliğe sığınarak korumaya çalışanlar gelin bu mektubu okuyalım ve üzerine düşünelim.

Ölümü birçok gazetede 3.sayfa haberi bile olamadı. Sosyal medyada kısmen gündem olsa da problemin derinliğinden uzak sığ bir tartışmanın ve üzüntü beyanının ötesine geçilemedi. Zaten bir toplumun ya da en azından toplumun düşünce dünyasını oluşturan dinamiklerin (aydınların, sanatçıların, akademinin, ‘bir başka dünya ütopyası’ olanların) böyle bir kapasitesi olsa Furkan Celep hayatının baharında aramızdan ayrılmayı tercih eder miydi bilemiyorum.

İntihar vakaları psikoloji bilimi tarafından etraflıca incelenmiş ve nedenlerine yönelik ciddi teoriler geliştirilmiştir. Elbette bu olay özelinde de birçok psikolojik analiz yapmak mümkündür. Ama salt bir psikolog gözlüğüyle yapılan analizlerin bu büyük trajediyi anlamamıza yeteceğini sanmıyorum.

Furkan’ın mektubunu defalarca okudum. Yaşının çok üzerinde bir nezaketle, incelikle, birikimle, sağduyu ile hatta bilgelikle yazılmış bir mektup. En ufak bir ruhsal bozukluğun emaresini gördüğümü söyleyemem. Onun eylemini bir ruhsal bunalımın sonucu gibi değerlendirmek ona büyük bir saygısızlık olduğu gibi, yaşanılan büyük toplumsal dramı ve çöküşü anlamamızı engelleyen bir perde görevi de görür.

“Sözlerime başlamadan önce bir içki, uyuşturucu veya bir madde etkisinde olmadığımı belirtmek istiyorum. Bunalımda veya depresyonda değilim. Bu üzerine haftalarca hatta aylarca düşündüğüm ve sonucunda bu karara vardığım bir durum.”

Böyle başlıyor mektup.. Devamında dünyayı değiştirmek için verdiği mücadeleyi, içinde yaşadığı toplumun yanlış, insan onuruna aykırı değerler sistemini; kendi ütopyasında yarattığı naif, hümanist değerler sistemiyle değiştirebilmek için gösterdiği çabayı uzun uzun anlatıyor Furkan. Ama hassas kalbi yorulmaya başlıyor, değiştirmek istediği dünyanın aslında yavaş yavaş kendisini değiştirdiğini, benzemek istemediklerine dönüşmeye başladığını ürpererek hissediyor.

“Zaman geçtikçe kendi kişiliğimden ayrılmaya başladığımı hissediyorum.

Kendimi zamanla duygusuz bir insana dönüşüyormuşum gibi hissediyorum. Bunlar bana göre değil. Ben böyle olmak, hayatımın geri kalanına duygusuz bir insan olarak devam etmek istemiyorum.”

Mücadeleyi kaybettiğini düşünmeye başlıyor Furkan. 21. Yüzyılın ütopyasız insanlar kervanına katılmaya doğru sürüklendiğini hissediyor.

Toplum ondan özgün kimliğinden vazgeçmesini istiyor. Bu sevgisiz, yabancılaşmış, normsuzlaşmış, metalaşmış toplumsal ilişkilere “uyum” sağlamayı dayatıyor. “Bir araba, bir ev veya herhangi bir şey uğruna…” ömrünü tüketmesini öneriyor.

Delilik genellikle topluma uyumsuzluk, toplum dışılık, toplumun değer yargılarıyla bir çatışma olarak tanımlana gelmiştir. Çağdaş toplum için bu tanımlamanın doğru olduğu kanaatinde değilim. Çağdaş dünyada delilik tam tersine toplumsal normlara (aslında normsuzluklara) aşırı uyum şeklinde tecelli etmektedir. Bu uyum arttıkça yabancılaşma ve değersizlik duygusu güçlenmekte, birey özgün kimliğini yitirmesiyle beraber güçsüzleşmekte, çaresizlik ve umutsuzluk yoğunlaşmakta, belki de birçok psikolojik hastalık bu duygusal yoğunlaşmadan bir kaçış hatta bir sığınak olarak ortaya çıkmaktadır. İster farkında olalım ister olmayalım, ister kabul edelim ister reddedelim çoğumuz büyük acılar çekmek pahasına özgürlüklerimizi terk edip bu sığınaklara sığınmayı tercih ettik. Depresyon hapları olmadan ayakta durmaya gücümüz, psikolog koltukları olmadan hayatımız hakkında kararlar almaya mecalimiz yok.

Furkan kardeşimiz bizim yolumuzu tercih etmedi. O ruhsal ve bedensel gücünün tümüyle tükendiği bir anda total bir inkarla elinde kalan son özgürlük olanağını ve hakkını kullandı. Kendini bile yadsıdı ve yok etti.

“Aslında hiçbir şey için yaşamıyorum. Yaşamak için bir nedenim, bir amacım yok”

Peki deliliğe sığınmak ya da intihar dışında bir üçüncü yol yok mudur? Yaşadığımız tarihsel dönemi ve toplumsal yapıyı tüm boyutlarıyla kavrayan, onun önümüze çıkardığı tüm barikatları yeni bir dünya ütopyasının gücü ve özgürlük tutkusuyla aşabilen soylu bir çılgınlık mümkün değil midir? Ben bunun mümkün olduğuna, dahası insanlığın bu çürüyen medeniyeti aşarak bir yenisini inşa edebilmek için buna mecbur olduğuna inanıyorum.

Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre dünyada her yıl yaklaşık bir milyon insan intihar etmektedir. Refah toplumlarında intihar vakalarının daha yüksek olması ise trajediye daha derin bir boyut eklemektedir. Bir üretim sürecine katılamayan veya üretilenle aidiyete dayalı bir ilişki kuramayan insanın sonuçta salt hızlı tüketim sürecinin bir parçasına dönüşerek varoluş bunalımına sürüklendiğini söyleyebiliriz. İnsan tüketerek var olamaz. İnsan ancak tüm potansiyelini, yeteneklerini açığa çıkaracak maddi koşulların ve yaratıcılığını sınırlamayan özgürlük ortamının varlığında tam bir insan olabilir. Çağımızın tüketim toplumunun, moda adı altında oluşturulan kitle (sürü) kültürünün tam insan yaratması mümkün görünmemektedir. AVM’lerden yeni bir uygarlık çıkaramayacağımızı anlamak zorundayız.

Yaşamın tüm açmazlarına, ağırlığına rağmen intihar elbette ki asla bir çözüm olarak ele alınamaz, kabul edilemez. Sonuç itibariyle gerekçeleri ne olursa olsun bir kaçış ve inkardır. Varoluşsal problemlerimizi yine var olmaya devam ederek çözebiliriz ancak. Bu varoluşun yarattığı acılardan kaçamayız. Acı çekmek belki de var olma hissi edinmemizin en temel yollarından biridir.

“Milyarlarca insan olmasına rağmen neden kendimi bu dünyada yalnız ve değersiz hissediyorum?” diye soruyor Furkan kardeşim.

Dünyanın en masum sorusudur bu ve meselenin de özüdür. Kendi ölümüne karar vermek, kolayca alınabilecek bir karar mıdır? Yaşam kolayca teslim olabilir mi ölüme? Yıllarca acil hekimliği yapmış ve yaşamın ölüme karşı nasıl direndiğine onlarca kez tanıklık etmiş biri olarak buna inanmam mümkün mü? Böyle kararlar ancak yaşamak için büyük bir direniş veren ama bu direnişinde yalnız kalan insanın yenilgiyi kaçınılmaz gördüğü anda alabileceği türden kararlar olabilir. Aslında yenilgiden de öte yalnızlıktır bu kararı aldıran. Milyarlarca insanın arasında yalnız hissetmek insan ruhunun kaldırabileceği türden bir acı değildir.

Her şeye rağmen varoluşun örgütlü mücadelesi mümkündür.

Yeni bir insan yeni bir kimlik yaratmanın örgütlü mücadelesi mümkündür.

Yeni bir toplumsal düzenin örgütlü mücadelesi mümkündür.

“Ay ışığı öldü yaşasın elektrik ampulü” şiarıyla 100 küsur yıldır insan hayatına hükmeden bu ucube sisteme karşı mücadele etmek mümkündür ve zaruridir.

“Son kez bugüne kadar birisini üzdüysem veya kalbini kırdıysam bunun için üzgünüm, özür dilerim. Belki burada bulamadığım huzuru gökyüzünde bulurum.”

Öncelikle biz senden özür dileriz çocuk. Sana daha iyi bir dünya bırakamasak bile hiç olmazsa daha güzel bir dünyanın yolunu gösteren umut ışığı yakamadığımız için. Seni mücadelende yalnız bıraktığımız için.