Kendinizi hiç sığıntı gibi hissettiğiniz olmuş mudur bilmiyorum. Bizden önceki kuşaklara çok tanıdık gelen bu duygunun bizim ve özellikle de bizden sonra gelen genç kuşağın aşina olduğu bir duygu olduğunu sanmıyorum. İnsanı empati yapabilen canlıdır diye tanımlayanlar olmuştur. Ancak empati yapabilmek için öncelikle empatiye konu olan vicdan, merhamet, insan onuruna saygı, varoluşun özünü kabullenmek, sana eşit bir varoluşun olduğunu kabul etmek gibi duyguların sizin yüreğinizde var olması gerekir. Gurbet nedir? Sığıntı olmak nedir? Yaban olmak nedir? Hasret, özlem nedir? Toprağınızı, anılarınızı, tarihinizi, mezar taşlarınızı geride bırakmak nedir? Mülteci çadırlarında bir tas çorbaya, bir dilim ekmeğe el avuç açmak zorunda olmak nedir? En kötü işlerde yarı ücretle çalışıp üstüne emeğini hayasızca sömürenler tarafından aşağılanmak nedir?
Telefon tuşlarına, bilgisayar klavyelerine her sarıldıklarında Suriyeli sığınmacılara olmadık hakaretleri yağdıran -ki içlerinde kendini demokrat-ilerici diye adlandıranlar hiç de az değildir- insanlar bu sorulardan birinin bile üzerinde on dakika düşünmüşler midir? Sanmıyorum. Eğer düşünmüş olsalardı bir başkasının yurdunda, evinde, mekanında, ülkesinde, hatta başkasının ağacının gölgesinde bile olmanın insan haysiyeti için ne kadar yaralayıcı olduğunu anlamakta zorlanmazlardı. Kim başkasının gözlerinde aşağılandığını görmek ister? Mülteciliği hiçbir zaman bir tercih olarak göremeyiz. Mültecilik olsa olsa aileni, eşini, dostunu korumak için ya da kör bir savaşın tarafı olmamak için ya da sadece ölmek veya öldürmek arasında hayvani bir tercih yapmamak için verilmiş bir karar olabilir. Seçenekleriniz arasında daha onurlusu yoksa mültecilik onursuzluk değildir. Ölmedikleri için aşağıladığımız insanlara en azından öldürmedikleri için teşekkür etmemeli miyiz?
Toplumumuzun büyük bir kesiminde sığınmacılara yönelik olumsuz bir dilin kullanıldığını ve hatta bu dilin şoven-ırkçı söylemlere ve fiili saldırılara dönüştüğünü görüyoruz. Elbette bunun ekonomik, sosyal ve politik birçok boyutunun olduğunu anlamak zor değil. Burada bu ögelerin çözümlemesine girişmek bu yazının konusu değil. Zaten konuya ilişkin sayısız analiz yapılmıştır. Ancak üzerinde pek az durulan ya da hiç durulmayan konu toplumumuzun riyakarlığıdır. Toplumlar da tıpkı insanlar gibi riyakarlıklarıyla yüzleşmek istemezler.
Emperyal bir güç olma çabalarını, etrafındaki coğrafyada hegemonya kurma heveslerini hiç de gizlemeyen bir hükümeti 18 yıldır iktidarda tutan insanların, konu sınır ötesi müdahaleler olunca iktidarı-muhalefeti aynı hizada diziliveren toplumun bu politikaları onaylamadığı tezi inandırıcı olabilir mi? Kendi hükümetinin başka insanların yaşadıkları topraklara yönelik istikrarsızlaştırma ve işgal girişimlerini zımni de olsa onaylayan bir halkın, bu politikaların kaçınılmaz sonucu olan sığınmacıları aşağılama çabası olsa olsa ancak suçluluk duygusunu bastırma girişimi olabilir.
Bütün sosyal haklarından yoksun üstelik neredeyse yarı ücretle tarlada, bağda, bahçede, fabrikada ve artık bizim konfor alanımızın dışında kalan en kötü işlerde çalıştırmaktan utanmadığımız bu insanları, “vatanlarını savunmayan korkaklar” argümanının arkasına sığınıp güya yüksek bir erdem sahibiymişiz gibi yargılama hakkını kendimizde bulabiliyoruz.
Çaresiz insanların ucuz emeğini sömürmekten, 15-16 yaşlarındaki genç kızlarını ikinci eş ya da odalık gibi kullanmaktan, mülteci kadınlarına kasap çengelindeki et muamelesi yapmaktan çekinmeyen toplumun ötekinin erdemini sorgulama hakkı nereden gelmektedir?
Vatanı atalarının mirası olarak değerlendiren zihniyet doğal olarak mülteciyi, mirasından pay almaya gelen ve sonradan ortaya çıkan üvey kardeş gibi aşağılamaya dışlamaya çalışmaktadır. Bu tutum iki açıdan tehlikelidir. Birincisi vatan babalarımızdan kalan bir miras değildir. Miras; bizim emek vermediğimiz, babalarımızdan kan bağı yoluyla bize kalan mal anlamına gelir ve esasen değerli de değildir. Onun için tarih mirasyedilerle doludur. Mirasyedi esasen emek vermediği malı başı her sıkıştığında kolayca satarak elden çıkaran, har vurup harman savurmaktan çekinmeyen kişidir. Örnek mi arıyorsunuz? Ülkemizin son 70 yılına bakmanız yeterlidir.
Vatan her gün emek vererek, alın teri dökerek, kafa ve kol yorarak yeniden ve yeniden inşa edilen yer demektir. Vatanı miras gibi görenler bunu asla anlamazlar. Vatan kan döktüğün değil ter döktüğün yerin adıdır.
Her kim ki elinin emeğini, zihnini, hayal gücünü ve sanatını yaşadığı topluma ve en genelde tüm insanlığa sunar; o insan insanlık aleminin şerefli bir üyesi haline gelir ve ona milliyeti, ırkı, cinsiyeti, dini, mezhebi benzeri herhangi bir sebeple ikinci sınıf insan muamelesi yapılamaz. Milliyetlerin, mezheplerin, sınıfların, zümrelerin olduğu bir dünyada ayrımcılık elbette kaçınılmazdır. İnsanlığın tarihsel mirası olarak günümüze aktarılan bu arkaik değerler kendisini ancak bir başkasına olan üstünlüğü üzerinden tanımlar ve ancak bu üstünlük duygusu üzerinden var olabilir. Tüm bunlardan azade, tek bir evrensel ve eşit insan idealine sahip olmayan her insan potansiyel ırkçıdır. Tetikleyici bir travma o potansiyeli derhal açığa çıkarır.
Kerameti kendinden menkul ve tarihsel misyonunu çoktan doldurmuş dar kafalı milliyetçilik yer yer ırkçılık donuna bürünüp hortlamaya çalışsa da tarihin ideolojiler çöplüğünde yerini alması uzak bir ihtimal değildir.