Kar beyaz bulutların arasındaki; kartopu yığınlarına katılan yıldızlar, sizi seyrediyorum…
Güneş’in, Ay’ın olmadığı ortamların sultanları yıldızlar, sizi seyrediyorum. Huzur veriyorsunuz bana. Kayan yıldızlar, yüreğimdeki kıpırtının sebebi; geçen günlerimin, yaşamımın, ömrümün hatırlatıcısı yıldızlar. Duygu yüklü yıldızlar… Sizi seyrediyorum…
Düşünüyorum;
Bir yaşam yaşıyorsun, seni anlatan şarkıyı yaşamadığın için yüksek sesle değil sadece mırıldanıyorsun. Yeteneğini keşfedemeden yaşlandığını görüyorsun; ilham verememişsin, örnek olamamışsın, risksiz bir yaşam ömrünü kaplamış.
Gücünün farkında olmadan yaşamak…
En acısı da bunu görmek. Gücünü, zekânı, yeteneğini görüp de; hayatı, ömrü bir hiç olarak geçirmek, hayatı boşa harcamak…
Derler ya okey de kareyi tamamlamak diye. İşte öyle bir şey…
Çocukluğum;
İlin varoş semtinde; köyü, kasabayı yaşadığımız günler. Unutamadığım yer, Hanın Kaşı. Sadık ve Kemal amcaların evlerinin olduğu; toz toprak, yağmurlu günlerde çamurlu tepe. Han ile arasında yükseklik farkı; hatırı sayılır cinsten. Adeta hanı tüm detaylarıyla görebileceğimiz şekilde yüksek bir yer. Çocukların oyun oynama alanı. Acıktığımızda Sadık ve Kemal amcaların evlerine giderek bir şeyler atıştırmak, ihtiyaçları görmek bizim oyun süremizi uzatmaya yeterliydi. Gündüzleri adeta evimizdi Hanın Kaşı. En tehlikelisi top oynarken, topun hana kaçması. Topu almak ayrı bir sorundu. Yanpal’ın hanı meşhur ve semtin sembolü…
Televizyonun, bilgisayarın olmadığı; çizgi filmlerle gençliğimizde tanıştığımız çocukluğum. Her ev hanesinden bir kişinin misafirlikte anlattığı; bizim dikkatle dinlediğimiz masallar, yüzük bulma oyunları. Oyuncaklarını kendilerinin yaptığı çocukluğum.
Yaz ayları ayrı bir tat. Bir de Tosya’dan İsmail Hakkı gelmişse; tatil daha zevkli geçerdi. Bizim için ilçenin burjuva çocuğu, varoşların bilgiciydi. Dikkatle dinlerdik İsmail’i; bizlere Fakir Baykurt’un, Aziz Nesin’den, yazarlardan, romanlardan, hikâyelerden bahsederdi. Mustafa ve ben dikkatle dinlerdik yabancısı olduğumuz bu konuları.
Rahmet ile andığım Murat Çakmak ile oğlu İsmail’in günün önemine ait kendilerince yarattığı bir banka reklamını hiç unutamıyorum. Anlamını sonraları çıkardığım ve çok güldüğüm o reklam… Bu gibi konular aramızdaki mesafeyi gösteriyordu.
Neyse,
Tulumbacı davranışına döndürdük konuyu, çocukluğumuza gittik. Üstün Dökmen tulumbacı davranışını güzel anlatmış.
Tulumbacı davranışı;
“Tulumbacılar (Osmanlı İmparatorluğu Zamanında) sırtlarında tulumbaları, koşarak yangın söndürmeye giderlerdi. Ana amaçları yangın söndürmekti. Bazen bir ekip aynı yönde giden başka bir ekip ile karşılaşırdı. Nezaket kuralı gereği arkadan gelen ekibin adımlarını yavaşlatıp öndeki ekibi geçmemesi gerekirdi. Ancak bazı ekipler öndekileri sollamaya çalışırlardı. Sollanan tulumbacı ekibi sandıklarını yere bırakır kuşaklarından saldırmalarını çıkarıp, sollayan ekip ile ciddi bir kavga başlardı. Bu arada yangın unutulur; cadde kan revan içinde kalırdı. Asıl amaç unutulmuş ikinci amacın peşine düşülmüştür. İşte bu davranışa “Tulumbacı Davranışı” adı verilir.”
Yazımıza bir şiir ile son verelim;
“Ah fren ah;
Sen sanatın düşmanısın,
Sen düşüncenin,
Sen aşkın,
Sen ömrün düşmanısın…”
Yaşamımızı anlatan şiiri yüksek sesle okuduğumuz, ilhamımızı yaşamımıza kattığımız, özgür, sevgi ve saygı yüklü bir ömür dileğimle…
Hoşça kalın.
Eftal YILDIZ