Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez Edirne'deki 30. İl Müftüleri İstişare Toplantısı'nda son 10 yılda İslam coğrafyasında 12 milyon katledildiğini açıkladı. Arkasından da "Müslümanlar'ın kutsallarını aşağılayarak manevi işkenceler cinnet haline birer davetiye niteliği taşımaktadır" sözleriyle katliamı meşrulaştırmasına ve “12 milyon insanın katledildiğine ses çıkarmayan insanlığın sadece 12 kişiye düzenlenen bir cinayet sebebiyle ayağa kalkmasını ibretle izledi" eleştirisine takılmayacağım…

Çünkü, on yılda öldürülen 12 milyon insan yalnızca emperyalistler senaryolara sığmaz! Yalnızca “Batının” taktikleri ile de açıklanamaz!

Terör eylemleri yapanların “kafalarının yıkanmışlığıyla, kandırılmışlıklarıyla” da, “çağdışı” olmalarıyla da…

Herkesin dönüp kendi yarattığı “canilere”  bakmasıyla da…

“İslam barış dindir, İslam adına cinayet işleyenler bizden değildir” diyerek de, katledilen 12 milyon insanı açıklayamazsınız! Hele hele son günlerin moda deyimiyle “gerçek İslam bu değil” lafıyla da…

İnsanın kendi canını feda etmesininden daha önemli ne olabilir?
Paris’te 17 kişiyi öldürenler de, Nijerya’da 2 bin kişiyi öldüren Boko Haramcılar da, Irak’ta Suriye’de kameraların karşısına geçip “keyifle” kafa kesen IŞID’ciler ya da El Kadideciler inandıkları için bunu yapıyorlar!  İnanmayan biri, parayla, pulla, vaadle bunu yapmaz, yapamaz! Bu zaman içinde bir davranış kalıbına dönüşmüş, bir inanç, bir zihniyet biçimidir ve yüzlerce yıldır devam etmektedir!

Sorunu çözmek ve yeni katliamlara  karşı ortak tavır geliştirmek istiyorsak önce burada anlaşmak, bu gerçeği kabullenmek gerekiyor!

Katliamların insanlık suçu olduğunu söylemek, “şehitlik makamının olduğu” bir inançta katliamı yapanların, “ruh hastası” insanlar olduğunu söylemek sorunu çözmediği gibi doğru teşhisi de engelliyor!

Görmez’in tespitiyle son 10 yılda katledilen 12 milyon insanın tamamına yakının İslam coğrafyasından olması tesadüf olabilir mi?

Sorun çok açık; İslam bir “devlet dini” olarak ortaya çıktı ve yüzlerce yıl boyunca iktidar oldu! Bu iktidar olma hali, 20. Yüzyılda başından itibaren sona erdi. “İki kutuplu” dünya sona erince, reel sosyalizm çökünce, ortaya çıkan “siyasi ve ideolojik boşluktan” dolayı yeniden iktidar olmak istiyor! Bu istek güçlendikçe şiddet de artıyor,  ölümler ve gözyaşı da…

“Dini sade halinden çıkardık, yeninde atalarımızın hoşgörülü dinine, doğru İslam’a dönelim” gibi söylemlerin yalnızca muhabette yeri var, siyasi hayatta yeri yok! 

Kendi yalanlarımızın peşinden gitmeyeceksek, dün bugünden çok farklı değildi.

Hazreti Ali’yi namaz kılarken öldürenler “Hüküm Allahındır” diyerek öldürdüler…

Bugün AKP’lilerin övünerek sahiplendikleri Ehl-i Beyt soyunun imamlarının hiç biri yatakta ölmemiştir. Kimi suikastle, kimi de zehirlenerek öldürülmüştür!

Ne için? “Gerçek İslam” adına!

Dar-ül Harb, yani Müslüman olmayan bir hükümdarın egemen olduğu yerler nasıl Müslüman olmuştur? Hangi “barış dininden” bajsediyorsunuz? Bir dönem “Dar-ül Harb” olan topraklarda yaşayan Türkler, “bir barış dini” olan İslam’ı kılıç zoruyla kabul etmediler mi?

Osmanlı padişahlarının kardeşlerini veya çocuklarını öldürmelerinin nedeni neydi? İktidarı hem de “Allah adına” tek başına elde tutmak değil miydi? Peki ölümlerde, daha doğrusu kendi kardeşlerini öldürmelerinde, üstelik kana kaıtarak değil de, boğarak, referansları neydi? Din değil miydi? Ölümlerden önce Şeyhülislamlar fetva vermiyor muydu?

Bin yıllık kardeşlik diyenler, “Osmanlı’nın İslamı barış ve hoşgörü dini” olarak kullandığını söyleyenler 16. Yüzyıldan sonra Anadolu’da Alevilerin hem de toplu katliamlarını neden görmek istemezler?

Osmanlı döneminde Müftü Hamza’nın, İbn-i Kemal’in Ebussud Efendi’nin fetvalarıyla, IŞİD’in, El Kaide’nin, El Nusra’nın  yayınladığı fetvalar arasında ne fark var?

Ya da daha önceki gün Diyanet’in yayınladığı “Dövme yapan ve yaptıran” diye başlayan ve “Allah’ın yarattığı şekli değiştirenlere Allah lanet etmişti” diye devam eden fetvayı nasıl yorumlayacağız? Dünden ne farkı var?

Hz. Ali’nin öldürülmesinden bu yana bütün dini cinayetlerde, katliamlarda “tekbir” getirilmesini tesadüf olarak mı değerlendireceğiz? Maraş’ta, Sivas’ta, Paris’te…

1400 küsur yıldır her fırsatta “tahrik olmayı” tesadüf mü sayacağız? Hallac-ı Mansur’un Bağdat’ta, Nesimi’yi Şam’da, Şeyh Bedreddin’i Banaz’da, Asım Bezirci’yi, Akarsu’yu Sivas’ta, Charb, Cabu, Wolinski’yi Paris’te öldürenlerin “tahrik olma hali” nasıl oluyor da bu kadar birbirine benziyor?

Nasıl oluyorda, din adına, İslam adına yapılan katliamlara binlerce kişi ortak oluyor? Kimi fiili olarak, kimi yazarak, kimi dua ederek, kimi de alkışlayarak… Bunu durup düşünmeyecek miyiz? Durumu “hep 3-5 meczupla” mı izah edeceğiz?

TEK ÖRNEK: MEDİNE VESİKASI

IŞİD’e “terör örgütü” dememek için direneceksin, bölgede yüzbinlerce insanın ölümü için akla gelebilecek bütün İslami terör örgütlerine kapıyı açacaksın, TIR’larla silah taşıyacaksın, sonra da “İslam barış dini” diyeceksin?

Sıkışınca, IŞİD, El-Kaide, Boko Haram gibi örgüt üyeleri sanki başka bir dindenmiş gibi, “bunlar gerçek İslam” değil diyeceksin ama ne hikmetse bir türlü “bu gerçek İslam”a bir tek örnek veremeyeceksin? Koca İslam tarihinde “Medine Vesikası” dışında anlatacağın bir tek “başarı öykün” olamayacak?

Lafı dolaştırmaya gerek yok; İslam coğrafyasında işlenen 12 milyon cinayet, Müslümanın Müslümanı “gerçek İslam” adına öldürmesi değil mi? Bu çıplak gerçekliği görerek, tartışmanın din ve demokrasi eksenine taşınması gerekir… Adı ne olursa olsun, iktidar olan, iktidar olmak isteyen hiçbir dinden bugüne kadar demokrasi çıkmadı, bundan sonra da çıkmayacağı kesin! Adı ister İslam, ister Hristiyanlık, ister Budizm olsun. Farketmez!

Batı’da bugün “din adına ölümler” yoksa, bunun nedeni çok açık ki,  yüzbinlerce cinayetten sonra 16. Yüzyılda Kilise’nin devletin kurumsal kimliği dışına taşınmasıdır!
Din ve iktidar ilişkisi niyetlerden bağımsız olarak kirli olmaya, kirlenmeye mahkumdur! Barış güzellemeleri gerçeği değil, hayalleri kapsıyor! İslam coğrafyasının öncelikle bu gerçeği görmesi gerekiyor!

Bu süreci tersine çevirecek, bir tek panzehir var. Adına ister laiklik, ister özgürlükçü laiklik, isterseniz sekülerizm deyin, dinin “dünya işlerinden elini eteğini çekmesi gerekir”! Devletin hakem olarak, bütün inançlara ve kimliklere eşit mesafede durması sağlanmalı. Diyanet İşleri Başkanlığı mutlaka lağvedilmeli ve oraya ayrılan bütçe “laik ve bilimsel eğitime” aktarılmalı! Bu olmadığı sürece yüzlerce yıldır dinen temel düstura dönüşen “Dar-ül İslam, Dar-ül Harp” ya da “Mümin ve Münafık” ikilemi cinayet işletmeye devam ettirir! Hele hele Milli Eğitim Bakanlığı adına ilkokul çocuklarına din adına ölümü öven “değerler eğitimi” de veriyorsan bu kaçınılmaz bir son olur!

Bu yüzden henüz her şey tam anlamıyla yanıp yıkılmadan laiklik ilkesi Türkiye dahil, bütün İslam ülkelerinin ortak bir siyasi kültürü olmalı!