12 Eylül faşizminin üzerinden tam 33 yıl geçti. 


33 yıl önce emperyalizmin bölgesel çıkarları için darbe yapan generaller ve onların yaptığı zulüm başroldeydi.

Bugün ise; ABD taşeronluğuna soyunarak Ortadoğu’da Yeni-Osmanlıcılık hayalleri kuran bir iktidar var.

Bu iktidar ki; uyguladığı politikalarla hukukun genel ilkelerini ayaklar altına alan; toplantı, gösteri haklarını şiddetle bastırmayı marifet sayan, çoğulculuk yerine çoğunlukçuluğu benimsemiş ve giderek daha da otoriterleşen sadece kendine Müslüman bir iktidar.

Dün diktatör Esat’a aile ziyareti yapacak kadar yakın olan ortak Bakanlar Kurulu toplayacak kadar samimi olan Başbakan ve “Bakanları”, bugün başta Ortadoğu olmak üzere uyguladıkları dış politikaların yanlışlığı bir bir ortaya çıkınca ne yapacaklarını şaşırıp, başta CHP olmak üzere muhalefeti suçlamaya sağa sola saldırarak toplumu ötekileştirme çalışıyor.

Buda yetmiyor; AKP, iktidarını korumak, iktidarın nimetlerinden vazgeçmemek için, halkın %70’nin karşı olmasına rağmen; eski arkadaşı diktatör Esat’ı devirmek için Suriye’ye karşı savaş tamtamları çalıp, Suriye’ye karşı biz her koalisyonun içinde oluruz diyebiliyor. 

Aslında Başbakanın bu kadar yalpalaması ve çarpıtmaya girmesinin bir sebebi var. Gezi direnişi…

Türkiye’nin ilk kitlesel sivil muhalefeti olan Gezi direnişi Başbakan’ın kimyasını ve moralini bozdu. 

Kolay değil, on yıl boyunca anlatılan masallar, liberal aydınlarca TV, radyo ve gazetelerde yapılan cilalama çalışmaları, medya tarafından parlatılma o kadar emek, o kadar “kendini gizleme” çabası, Gezi direnişinin çapulcuları tarafından yerle bir edildi. 

Kuşkusuz, Başbakan gibi egosu yüksek birinin bunu hazmetmesi pek mümkün değil. 

Üstelik tam da Başkan olup, “tarihe damga vuran bir lider” olarak yaptırdığı Ak-sarayda oturmaya karar vermişken!

AKP kurumsallaşmış rolü yapan, bir tek adam partisi.

O neden yerel seçimlere giderken AKP’nin yerel seçim stratejisi analizi yerine Başbakan’ın Gezi direnişi sonrasındaki tavrını analiz etmek daha anlamlı. 

Türkiye önümüzdeki üç yılda üç seçim yaşayacak. 

Öncelikle 2014 Mart yerel seçimleri Başbakanlık ve Başkanlık koltuğuna oturmanın anahtarı. Bu süreçte;

  • Başbakan ne yapıp edip kendisini Başkanlık koltuğuna oturtacak yerel seçimleri kazanmak ve oy oranını yükseltmek istiyor.

  • Demokrasi paketleri pazarlıklar, vaatler verebileceği ne varsa verip, o koltuğa oturmak istiyor. 

Başbakan’ın Irak, Mısır ve Suriye politikalarının bir bir çökmesi ve ardından da ekonomide yaşanan olumsuzluklara kendisi için çok önemli üç seçime bu koşullarda girmek istemiyor. İstemiyor ama bir yandan PKK’yı oyalamaya yönelik siyaseti artık duvara dayandı ve manevra alanı kalmadı. 

Seçime giderken milliyetçi oyları küstürmek istemiyor. 

Ancak barış söyleminin de partisinin Kürt illerindeki oylarını arttırdığını kendisi açıklıyor. 

Başbakan diğer yandan tüm dünyanın Esat’a haddinin bildirmesini bir an önce Esat’ın gitmesini, Esat giderse AKP’nin Suriye politikasının haklılığını halka gösterip oy toplamaya çalışmak istiyor. 

Nafile...

Değerli yalnızlığın” değersizliği

Ama diploması incelik isteyen bir iş, birçok parametresi var. 

Ne yazık ki, o incelik Başbakan’ın ne Dışişleri Bakanı’nın da ne de danışmanlarında var onlar, “değerli yalnızlık” masalları ile kamuoyunu yönlendirmeye çalışıyorlar.

Böylece Başbakan’ın bu beklentisi de yerine gelmiyor. 

Zira Başbakan’ın yakın arkadaşı ABD Başkanı Obama G-20 zirvesinde, Türkiye Başbakanı ile konuşmak yerine Rusya Devlet Başkanı Putin’le anlaşma yapıyor. 

Başbakan ve partisi buradan da istediğini alamıyor. 

Geriye bu ülke açısından oldukça tehlikeli “biz ve onlar” söylem ve eylemine yani ötekileştirici otoriter temel hakların kullanımının güvenlik tedbirleri ile bastırıldığı politika kalıyor. 

İşte o nedenle Başbakan Eylül ayından aylar önce sahte bir “Eylül Sendromu”yaratarak tüm muhalefeti adeta yasadışı ilan ederek uygulayacağı polis şiddetinin ön hazırlığını yaptı. Ardından Irak’a, Mısır’a giden CHP heyetine haksızca izansızca darbeci suçlamasında bulundu. 

Bu da yetmedi, artık çocukların bile inanmadığı Gezi direnişinin arkasında CHP olduğu masalını tekrarlayıp duruyor.

Bir muhalefet partisinin görevi toplumsal muhalefetin tüm bileşenlerini kucaklamaktır.

Ana muhalefet partisi olarak CHP, yapması gerekeni yaparak toplumsal muhalefetin içinde olup onu kucaklamaya çalıştı. 

Ancak Başbakan destekli yandaş medya tarafından bu girişim “iktidarı yıpratmakla” –ne demekse, sanki iktidar yani Başbakan dokunulmaz eleştirilmezmiş gibi- suçlandı. 

CHP’nin evrensel toplantı ve gösteri haklarını kullanan gençleri kadınları çocukları polis şiddetine karşı, işkenceye karşı koruma girişimi yandaş medya tarafından =darbecilik, ergenekonculuk v.s. suçlandı. 

Ancak asıl amaç belli, Başbakan yerel seçimlere giderken iktidara karşı en küçük muhalefeti bile istemiyor. 

Eylül ayında yapılan eylemlerin ortak noktası polis şiddetidir. 

Başbakan, Başkanlık koltuğuna oturmak için birinci ve en önemli seçim olan 2014 yerel seçimlerini almak için toplumu terörize, toplumsal fay hatlarını kaşıma pahasına çok tehlikeli bir oyunun düğmesine bastı.

Bir yandan sivil göstericilere karşı silah kullanan, onların ölümüne yaralanmasına neden olan resmi sivil devlet görevlileri korunurken, Başbakan’ın Gezi direnişi sonrasındaki konuşmaları, Gezi direnişinde öldürülen, yaralanan gençlere bakışı en temel insani değerlerden uzak tavrı ortada... 

Evrensel demokratik toplanma ve gösteri haklarını kullanan vatandaşlar, hiçbir haklarını kullanmadan çeşit çeşit gazlarla ölçüsüzce sınırsızca hedef gözeterek bilerek isteyerek şiddete sürüklenmeye çalışıyor. 

Amaç bir yandan göstericilere karşı şiddeti meşrulaştırma çabası iken, diğer yandan da sivil muhalefeti şiddete yönlendirerek marjinalize etmeye çalışmaktadır.

Başbakan tüm bunları kendisi için kritik öneme sahip yerel seçimleri almak ve Başkanlık koltuğuna oturmak için yapmaktadır. 

Reyhanlı’da ölen “Sünni vatandaşlarımız” söylemi, üçüncü köprüye verilen Yavuz Sultan Selim ismi, tüm muhalefeti aşağılayan dili, evde tutulan %50 söylemi, haddi olmadan vatandaşların yaşam haklarına müdahaleyi içeren yaklaşımları toplumu kamplara ayırırken bir yandan da saflaştırmaktadır.

Ülkesini Değil Kendisini Düşünen” 

Peki, ama değer mi? 

Ülkeyi germe saflaştırma pahasına değer mi? 

Başbakan bu yaptıklarıyla değdiğini düşünüyor. 

Ancak hangi amaç için olursa olsun bu yapılanlar bu ülkeye iyilik değildir. 

Ortadoğu’da mezhep savaşları sürerken, kim olursa olsun etkili ve yetkili olanlar konuşurken bin düşünüp bir söylemeli ve ayrıştırıcı “biz onlar söyleminden” uzaklaşmalıdır. 

Aksi takdirde aldıkları oy, yarattıkları yaraya merhem olmaz. 

Burada tüm iktidar muhalifi kesimlere görevler düşüyor. 

On yıldır uygulanan ekonomik ve siyasi politikaların bu ülkeye yarardan çok zarar getirdiği ortada. Ortadoğu’da İran, Irak, Mısır Lübnan ve Suriye’de yaşananlar açık bir yalnızlaşma. AKP dışında bu politikaları doğru olduğunu bırakın Türkiye’yi dünyada kimse kalmadı.

Başta CHP olarak tüm toplumsal kesimler, ayrılıkları bir yana bırakıp ortak noktaları daha da ön plana çıkarmaları bir zorunluluk. 

Başta gezi direnişçileri olmak üzere toplumun tüm muhalif odakları, iktidarın polis şiddetini artırarak muhalefeti marjinalleştirmeye ve şiddete yönlendirmeye yönelik politikaları boşa çıkarmak zorundadır.

Diğer yandan başta CHP olmak üzere tüm toplumsal kesimler; AKP’nin demokratikleşmeye yönelik, ayak direyen tavırlarını teşhir edip, demokratikleştirmeye yönelik girişimler aktif ve kararlı bir şekilde sürdürme öncelikli görevi olmalıdır. 

Yargısı sağlıklı çalışmayan, sendikaları yandaşlaştırılan, basını özgür olmayan Yasaması iktidarın yönlendirmesi ile parmak demokrasisi ile etkisiz hale gelen, Yürütmesi yetersiz kapasitesiz bir yapıda olan ve iktidar partisi içinde kimsenin, ülkesini değil kendisini düşünen, Başkanlık koltuğundan başka bir şey görmeyen Başbakana hayır diyemediği ülkemizi korumak ancak toplumsal muhalefetin cephe birlikteliği ile mümkün olacaktır.