Geçenlerde Kuşadası’nda bulunan ve işlevsel olarak kuruluş amacının hakkını veren, benim de üyesi olmaktan gurur duyduğum EKODOSD (Ekosistemi Koruma ve Doğa Sevenler Derneği) tarafından, zeytinyağı tadımı ile ilgili bir sunum gerçekleştirildi. Evdeki zeytinyağımızın azalmaya başlaması, bu sefer nereden alalım, neresinin yağı güzeldir, litresi ne kadar oldu acaba? gibi konuştuğumuz bir dönemde, sunum yapacak kişinin de konusunda uzman olması sebepleri ile, genel bir bilgilenme olması amacıyla ben de katıldım. Madem sağlıklı beslenmek istiyorduk, mademki zeytinyağı da sağlık açısından bu kadar önemli idi, ayağımıza kadar gelmiş bu fırsatı kaçıramazdım tabii ki…


Sunum güzel ve oldukça bilgilendirici idi. Zeytinyağı hakkında neler öğrenmedik ki? Zeytinin hasadı erken ya da geç olursa ne olur? Toplandıktan ya da yere düştükten en geç ne kadar sonra fabrikada yağının çıkarılması gerekir ve nasıl, hangi şartlarda muhafaza edilir? Soğuk sıkım nedir? Ticari amaçla ne tür hileler yapılmakta? gibi daha bir sürü detay…


Vay be dedim kendi kendime, zeytinyağı deyip geçmemek gerekiyor, meğerse nasıl bir hassasiyet, itina gerekiyormuş zeytinin yağını çıkarmak için. Bilginin ne kadar da değerli olduğunu düşünerek iyi ki de gelmişim dedim.


Ama gelin görün ki, ertesi günü zeytinyağı konusunda öğrendiğim tüm bilgiler zihnimde uçuşmaya geçince, başladım kara kara düşünmeye… Nasıl yani, ben şimdi nereden zeytinyağı almalıydım? Tanıdık, güvendiğimiz yer diye aldığımız zeytinyağları nasıl yapılıyordu? Bu konuda bilgilenerek iyi etmemiş miydim acaba?


Bugüne kadar aldığımız zeytinyağlarını gayet güzel tüketiyorduk, görünen bir zararı da yoktu üzerimizde işte… Ama öyle olmuyordu, farkındalık olmuştu bir kere! Her zaman olduğu gibi, yine benim sorgulama sistemim, yani beynim başlamıştı görevini yerine getirmeye. Bilmeseydim sorgulamazdım, sorgulamazsam rahat olurdum… Ama o zaman nerde kalmıştı insan olmanın özelliği, bizi diğer canlılardan ayıran en temel farkımız, aklımızın -fikrimizin olması, düşünebilme yeteneğimiz, bilincimiz değil miydi? Peki biz toplum olarak Bilgilenme - Farkındalık - Bilinç konusunu ne kadar hayata geçirebiliyorduk?


Zihin bu ya, atlıyordu oradan oraya… Birden aklıma düştü, 17 ağustos 1999 Gölcük depreminin yıldönümünün geldiği. Ülke olarak nasıl bir felaket yaşamıştık o gece, saat 03.02 de, 7.6 büyüklüğündeki 45 saniye süren depremde! Resmi kayıtlara göre 18.373, resmi olmayan bilgilere göre 50.000 civarında canımızı kaybetmiştik. Kabus gibiydi tüm olanlar, nasıl sarılacaktı bu yaralar? İlk kez değildi aslında yaşadığımız bu karabasan. 1. deprem kuşağında olan ülkemizin, bir gerçeği değil miydi ve biz bunu bilmiyor muyduk ki..? Çok da gerilere gitmeden tarihimize şöyle bir baktığımızda; 1966 Varto depremi, 1970 Gediz depremi, 1971 Bingöl depremi, 1975 Lice depremi, 1976 Çaldıran depremi, 1983 Erzurum depremi, 1992 Erzincan depremi, 1998 Adana- Ceyhan depremi en büyüklerindendi ve her birinde binlerce canımızı kaybetmiştik. Ama bu Gölcük depremi farklıydı işte, hepsini ezdi geçti, sanki kıyamet kopmuştu..,


Tamam artık, bize ders olmuştu, artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak, bütün yatırımlar, depreme yönelik önlemler almak üzerine yapılacaktı! Gün bu gündü ve zaman, ülke olarak tek yürek olma zamanıydı. Hemen deprem vergileri geldi, halen de devam eden… Gelsindi tabii ki, bu zamanda böyle bir şey için yardımlaşmayacağız da, ne zaman yardımlaşacaktık… Helal olsundu, bunun için alınan vergiler. Bundan sonra hazırlıklı olacak, tüm gelişmiş ülkelerin yaptığı gibi önlemlerimizi alacak, bir daha böyle kayıplar yaşamayacaktık. Çünkü, bu mümkündü; Biliyorduk, Farkındaydık ve Bilime inanıyorduk!


Canımız çok kötü yanmıştı ve yüreğimiz ağrıyordu… Başladık arka arkasına önlemler almaya; gecikmeli olsa da Mardin usulü beton dökmekten vazgeçip, hazır beton mecburiyetine geçtik. Yeni bir deprem yönetmeliği çıkardık. İnşaatlara yapım aşamasında yeni bir denetleme sistemi getirdik. Yapılanlar yerinde ve doğru yöntemlerdi, kusurları eksikleri olsa da düzeltilerek gidilecekti, kararlıydık çünkü… Bir de milyonlarca insanımızın halen ikamet ettiği mevcut yapı stoklarına el atarsak, başarmamak için bir neden yoktu. Neden başaramayacaktık ki? Ülke olarak bütün gelirimizi, yatırımlarımızı bu konuya yönlendirirsek tabii ki başarırdık.


Neleri başarmıştı bu ülke insanları; yokluk dönemimizde, çok zor şartlarda, Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde, Kurtuluş Savaşı’ndan başarıyla çıkmış, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarak ne devrimler gerçekleştirmiştik. Biz değil, dünya biliyor ve söylüyordu mucizemizi.


Peki bugün, yani 21 yıl sonra geldiğimiz noktada, neredeyse her gün sallanmaya devam ederken, deprem uzmanları tarafından, ülkemizin büyük bir depremle daha sarsılacağının an meselesi olduğu haberleri bas bas verilirken, biz bu mücadelenin neresindeyiz diye baktığımızda:


Dur durak bilmeyen inşaat sektöründe, denetleme sisteminin önemli sorunlarının olmaya devam ettiği ve halen milyonlarca insanın deprem yönetmeliğine uygun olmayan, kesinlikle içinde ikamet edilmemesi gereken binalarda yaşadığı, binlerce okul, hastane v.b toplu yaşanılan binaların kullanılmaya devam edildiği noktasındayız. Tüm bunlar yetmiyormuş gibi bir de üstüne, dünyada bir örneği olmayan “İmar Affı” çıkararak, tüm aykırılıkları alıp kabul ettiğimiz; bu acıları yaşayan, canı yanan insanımızın da koşa koşa, sevine sevine, tüm sorumluluğu da üzerine alarak, üstüne üstlük bir de para vererek faydalandığı, “Oh be ne güzel, binamdaki bütün aykırılıkları da yasal hale getirdim, paşalar gibi otururum artık içinde” dediğimiz noktadayız! Bu kadar acıların yaşandığı bir ülkede, bize Bilmek, ve Farkında olmak da yetmedi. Çünkü biz, Düşünmek ve Sorgulamak ayağını eksik bırakıyorduk… Ben de bu sektörün içinde bulunan bir mimar olarak, yüreğim yanarken çaresizlikle, hiç Bilmeyip – Düşünmeyip – Sorgulamasa mıydım acaba demekten kendimi alamıyorum…