Çocukluğumuzun mahallelerini, yalnızca duygusal nedenlerden özlemediğimizi fark ettim geçenlerde. O mahalleler, o kadar insan ölçeğinde kurulmuşlardı ki,  yaşayan mahalle sakininin de, komşusuna, çevresine sahip çıkmaması, insana yaraşır bir mahalle kültürünün oluşmaması mümkün olamazdı öylesi şartlarda. Kişinin kendisini iyi /ait ya da yalnız/yabancı hissetmesinin nedenlerinden birisidir bulunduğu mekan ve onunla olan ilişkisi hiç şüphesiz. Yaşadığımız eve/ mahalleye/ şehre olan aidiyet hissimiz,  ne kadar fazla ise kendimizi o kadar iyi ve güvende hisseder, yalnızlık duygusundan da o derece uzak oluruz doğal olarak. Biz iç güdüsel olarak bilirdik ki, başımıza bir şey geldiğinde, yardıma ihtiyacımız olduğunda, önce en yakın komşumuz sonra mahalleli haberdar olacak ve sarıp sarmalayarak, derdimize deva bulmak için ellerinden geleni yapacak, yapamasalar dahi yanımızda olduklarını hissederek, dayanışmanın getirdiği güven duygusuna sahip olurduk. Güçlü olmak için, ne kadar uğraş verirsek verelim,  insana dair duygulardan birisidir ait olma – yalnız olmadığımızı bilme duygusu bu koca evrende… 

Yaşadığımız binaların ebatları, birer/ikişer bilemedin üç’er kat oluşları, bahçeleri, rekreasyon alanları,  sokak/cadde genişlikleri arasındaki oranın, doğru orantı olması sayesinde ezilmiyor, altında kalmıyorduk yaşadığımız mekanların bugünkü gibi. Yaşam sokakta akıyor,  çocuklar sokakta büyüyor, hepimiz Ayşe teyzenin/ Mehmet amcanın çocukları olmanın aidiyet duygusu ile,  güvenlik korkusu olmadan, gözleri arkada kalmıyordu anne/babaların.

Belki o gün farkında değildik, hep böyle olacağını zannettiğimiz için yaşadığımız sokakların, kasabaların, şehirlerin, insan ilişkilerinin…  Değişimin kaçınılmazlığı, diyalektik olarak mümkün değildi elbette, ama zamanla birlikte, yaşanan ve yaşanacak değişimlerin, gelişerek daha iyiye doğru evrileceğine dair hayallerimiz vardı. Olağan olan, olması gerekende bu değil miydi? Evrende, düşünen/ aklını kullanan, geleceği sezebilecek yetenekleri olduğu için planlamalar yaparak daha iyiye doğru ilerleyebilecek tek varlık değil miydi insanın yaradılışı..?

Bir taraftan nüfus artışı ile birlikte doğan barınma ihtiyacı, bir taraftan ülke kalkınıyor söylemleriyle, sermayenin ön plana geçerek inşaat sektörünün kendini göstermeye başlamasıyla, birer/ ikişer katlı binaların olduğu sokaklarda, sokak/cadde genişlikleri değişmeden, park/yeşil alan/rekreasyon alanları ihtiyaçları düşünülmeden, başladı dört-beş katlı binalar yükselmeye mahallelerimizde. Galiba gerçekten kalkınıyorduk ki, otomobil sayısı da artmaya başlamıştı! Deyim yerinde ise, parmakla gösterilecek kadar çok az sayıda ailenin otomobili varken, karşı komşumuzun, yan komşumuzun da olmaya başladığına tanık olunca, hepimiz yakın hissettik kendimizi otomobil sahibi olmaya. Her ne kadar gelirimiz artmasa da, ne yani, komşumuzun olur da bizim olamaz mıydı? Hem henüz otopark ihtiyacı falan da hissedilmiyor, Ali amcanın arabasının camına gelince çocukların topu, sinirlenip söyleniyordu ama olsun, onlarda biraz öteye gider orada oynarlardı yakan toplarını, bütün sokaklar çocuklarımızındı nasıl olsa.

Bu kadarla kalmadı tabi ki, bunlar yalnızca başlangıçtı. Katlar çıkmaya başladı birer ikişer, hatta öyle ki belediye seçimlerinde “bana oy verirseniz; oturduğunuz evlerin üzerine, birer kat daha çıkma izni vereceğim” diye seçim vaatleri yapılınca, vatandaş bir ev sahibi daha olmak hevesiyle, verdi oylarını, seçti belediye başkanlarını. Vatandaş ne düşünecekti önünü arkasını? Koskoca Belediye Başkanı, bilimsel olmasa, kanun izin vermese, insanların zararına olacak olsa, alır mıydı böyle bir sorumluluk  üzerine..! Yanında, siyaseten ona destek olan, onaylayan teknik elemanlarda vardı nasıl olsa! Elbet halkının iyiliği içindi onun da yaptığı, hem bakanlıktan da gelip, sık sık teftiş ediyorlardı didik didik tüm belgeleri, hatalı bir uygulama olsa çıkardı ortaya mutlaka!  Deprem gerçeğimize göre alınacak önlemler, binaların kat sayılarına göre olması gereken yol genişlikleri, kişi başına olması gereken yeşil/rekreasyon alanları, otopark ihtiyacı, kanun/yönetmelikte yazıyordu aslında, ama olsun kalkınıyorduk işte, elbet bir çözüm bulunurdu onlara da!

Bir dönem geldi ki, yükseldikçe yükseldi binalar/residenceler, kontrol mekanizmasındaki bir sürü aksaklıkla birlikte. Her şey iyiydi aslında, arada bir deprem göstermeseydi yüzünü, yerle bir etmese, olmasaydı o toplu toplu canlarımızın gidişi… Önce,  fay hatlarının yerleri değişebilir mi acaba diye beyin fırtınası yapsak da, çıkamadık işin içinden. Olmayacaktı böyle, kentsel dönüşüm kaçınılmazdı. Bırakın büyük kentleri, tüm kentlerimiz sıkışıp kalmış, trafik gerçek bir kaos haline gelmişti.  Öyle kalkınmıştık ki; aile başına, ikişer  arabamız bile olmuştu, park yeri bulmak için, her gün stres içinde yeni bir macera yaşadığımız.

Evet, iyi bir başlangıç olabilirdi kentsel dönüşüm, yavaş yavaş başlanabilirdi İmar Kanunumuzdaki yol genişlikleri, kişi başı olması gereken yeşil alan/rekreasyon alanları, otopark çözümleri.. Her ne kadar İmar Kanunumuzu /Yönetmeliğimizi delik deşik etmiş olsak da, yazan da, okuyan da anlamakta zorlansa da artık, bulunmaz bir fırsattı yaşadığımız yerleri yaşanır hale getirmeye başlamak, çaba sarf etmek. Çok uzun yıllar alıp, yavaş ilerleyebilirdi, ama olsun, yaşadığımız şehirler girdiği kaostan kurtulup, nefes alınır hale gelsin de, sabır eder zamanla tamamlanırdı elbet. Biz sabırlı bir millettik zaten fazlasıyla!

Ama olmadı işte, bu fırsatı da kaçırmıştık. Yine bir şeyler ters gidiyordu, kentsel dönüşüm de yanlış anlaşılmıştı. Ada ölçeğinde, planlanması gereken yerleşim yerlerimiz, parsel bazında ele alınmıştı. Parsellerdeki mevcut yapılar, tek tek yıkılarak yerine, yol genişlikleri/rekreasyon alanları/ otopark sorunu gündeme gelmeden, yalnızca kat sayılarını arttırmak suretiyle yenileniyorduk. İyiden iyiye kuyu haline gelen yollarımız, yenilendik diyerek parsel sahiplerini, inşaat sektörünü mutlu ediyordu, aynı mekanlarda kendilerinin de yaşadığını ve nasıl zarar gördüklerini fark etmeden. Hatta öyle ki, parsel küçüklüğü nedeniyle sosyolojik ve psikolojik açıları hiç hesaba katılmayan, yalnızca 1+1 stüdyo tipi dairelerin olduğu, birlikte yaşama kültürünü tamamen kaldıracak, ötekileştirecek, yalnızlaştıracak apartmanlar, mahalleler oluştu, tüm şehircilik ilkeleri yok sayılarak. Halbuki ne güzel yapılmış örnekleri vardı gerek dünyada, gerekse ülkemizde bu tip stüdyo dairelerin, ötekileştirmeyen…

Tüm bunlar olup biterken, kalkınmamız nedeniyle bugün, nerede ise her kentimizde bulunan, eğitim seviyesi yüksek! mimarlık fakültelerimizden mezun olan pırıl pırıl mimarlarımız ise; okulda öğrendikleri bilimsel verileri, olması gereken doğruları, bir süre bocalasalar da, sonradan beyinlerinin gerilerine atarak, üzerine bir çizgi çekip, çaresizlikle girmek zorunda kalıyorlar piyasaya iş bulabilirlerse eğer. Ya da iş bulamaz, uyum sağlayamazlarsa piyasa şartlarına, giremezlerse eğer farklı bir dili olan çarkın dişlileri arasına, binbir zahmetle, büyük hayallerle sahip oldukları mesleklerinden vazgeçip, arıyorlar kendilerine başka ekmek kapıları, ne kadar istemese de o güzel beyinler… 

Yazanın notu: Yukarıda yazılanlar, bir mimarın yıllar içerisindeki deneyimi, gözlemleri, bire bir tanık olup yaşadıklarından çok kısa bir kesittir.