İnsan olmanın farkındalığını kaybettiğimiz, zamanın amansız eridiği günler peşi sıra geçiyor. Bir hafta sonu yürüyüşü sabah sabah musallat oldu ruhuma. Hep düşünmüşümdür bu kadar insan niçin yaşıyor diye. Birbirinden farklı simaların birbirinden bambaşka düşler kurduğu koca evrende kendine yer edinmeye çalışan bedenlerin koşuşturmacası yoruyor başta insanı. Bin yıllardır ders alınmamış milyonlarca kayıt var ortada. Söylenenlerin tekrarından başka yeni bir şey söyleyende yok çünkü. Yeni denilen her şeyin bir öncekinin kötü makyajlı hali olduğunu görünce hayal kırıklıklarıyla dolu deneyimler dünyası. İnsan hayatının istatiksel grafiklerle konuşulduğu, katliamların kendi çıkar ilişkisinde politikanın zalim yüzünde akıl hükmünün yitirildiğini seyrettiğimiz kötü bir kabare her yerde.  Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasıncıların çoğaldığı, insana yakıştırmadığımız her şeyin olağanlaştığı olağanüstü bir kıyamet denemesi. Özdemir Asaf’ın kayıt altına aldığı ve anlamak istemeyenlerin okumak istemediği “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın. Bu yılan doğadaki yılandır. Toplumdaki değil. Yanlış anlaşılıyor” sözünü sokakta gördüğüm her surete haykırma isteği bir serçenin ayak ucumdaki bir gevreğin kırıntılarını yemek için yaklaşmasıyla diniyor. Minicik bir kuşun korkusuzca bir insana yaklaşması umutlandırıyor birden beni. Bu manzaraya dikkat edemeyecek kadar körleştirilen birisinin yanımda yaptığı telefon görüşmesi sırasında konuştuğu kişiye kuş beyinli demesinin zamanlaması çok manidar geliyor bana. Birden ülke gündeminin hızlı yorucu ve insana dair değil çıkar ilişkilerine göre ilerleyen değişkenliğini düşünüyorum. Sonra değişen her şeyin iktidar sahiplerinin demokrasi şiarıyla pardon ileri demokrasi söylemleriyle, kapitalist, emperyal, hırslı ve hırsız güdülerine göre toplumu nasıl dizayn etmeye çalıştıklarını. Bu normal olan zaten gücü elinde bulunduranların o gücü eline vermiş olanları geriye almak istediklerinde ezmeye çalışma erdemsizliği. Normal olmayan o gücü benim yerime yönetme hakkını o ele veren her bireyin verdiği gibi geri almasının erdemli davranma refleksinin zayıf olması. Bir şizofren hastanın eline bıçak vermekle, kötü niyetli birine iktidarı teslim etmek arasında bocalıyoruz. Aziz Nesinin özel bir sohbette sorulan soruya verdiği cevap tamda yazının boş kalmış yerini dolduruyor. Nesin bu sohbette” Halkımı sevmediğimden bu halkın değişmesini istiyorum. Halkımı sevsem ne diye halkımın değişmesini isteyeyim.” Şimdi yanlış anlaşılır kaygısı sardı bak beni benim anladığım bu topraklarda yaşayan insana dair bir sevgisizlik değil aksine  insandan yana olmayan tutumlara karşı bir serzeniş. İnsanın nasıl insanca yaşayacağını temele almadan yapılan bütün politik tartışmaların hiçbir şeyi aşamayacağını zaten yaratılmış olan içi bomboş gündemleri evi geçindirme derdinden başını kaldıramayacak hale getiren modern iktidarın büyük gözaltısında olan benim de içinde tutsak olduğum halkın her bireyinin kendini hep birlikte nasıl kuratarabileceğinin sorgusundayız. Minik bir serçenin korkusuzca yemek bulmak için verdiği mücadeleyle başlayan bu hafta sonu yazısını onun hikayesiyle bitirelim.

Ormanda bir gün yangın başlar küçük bir serçe ısrarla vazgeçmeden küçük gagasıyla damla damla su taşır yangına, bunu gören orman ahalindeki hayvanlar gülerek sorarlar serçeye. Sen ne yapıyorsun öyle senin taşıdığın suyla söner mi? bu yangın diye. Serçe biraz muzip kendinden emin cevap verir ahaliye, ben benim üstüme düşen görevi yapıyorum, siz ne yapıyorsunuz…