Bugüne kadar yaşanan reform aldatmacalarına bakarak, Cumhurbaşkanı’nın hukuk alanında reformlara gidileceğini söylemesi üzerinde durulacak bir konu olmamakla birlikte, ilk olarak Türkiye Barolar Birliği (TBB), ardında da İnsan Hakları Derneği (İHD)’nin hazırladıkları hukuk reformu ile ilgili öneri paketlerini Adalet Bakanlığı’na sunmaları birkaç söz söylemeyi gerekli kılıyor.

Gerçi yandaş medya da reform sözünü her gün allayıp pullayarak gündemde tutmaya çalışıyor, ama bunlar bağımsız bir medya kuruluşu olmadıkları için ciddiye almamak gerekiyor.

TBB’nin sarayın koltuk değneği durumuna gelmesine bakarak, hukuk reformu konusunda hazırladıkları öneri paketini tartışmak gerekmiyor ama, İHD’nin de bir öneri paketiyle Adalet Bakanlığı’na gitmesi, bu alanda söz söylemesi gereken bazı kurum ve kuruluşlarda bir reform beklentisinin olabileceğini düşündürtmüyor değil.

Sarayın bir hukuk reformunu ne kadar istediğini ya da bu konuda samimi olup olmadığını anlamak için Cumhurbaşkanı’nın reform söylemlerini ortaya atmasından sonra yapılan açıklamalara bakmak yeterli olacaktır.

Son konuşmalarında da tehditler, Selahattin Demirtaş üzerinden mahkemelere talimat göndermeler, tek devlet, tek dil, tek vatan söylemlerine sarılması, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin AKP döneminde yaşanan bir yolsuzluk dosyasını mahkemeye taşıması sonrasında Belediye Başkanı’na tehdit olarak kabul edilebilecek sözler söylemesi ve belediyede AKP döneminde yaşanan yolsuzluklar için yayın yasağı getirilmesi, CHP Genel başkanı Kemal Kılıçtaroğlu için bırakın bir cumhurbaşkanının, sokaktaki insanın bile kullanmayacağı cümleleri kurmaya devam etmesi, Devlet Bahçeli üzerinden HDP’nin kapatılmasına yönelik girişimlerin artması gibi daha bir çok örnek reform konusunda samimi olmadıklarını ortaya koymaya yetiyor.

Söylemlerin dışında hazırlanan torba yasada ortaya çıkanlar da reform konusunda samimi olmadıklarını bize gösteriyor.

Hazırladıkları yasalar meclise gelip kabul edilirse, Cumhurbaşkanı suçlu saydığı herkesin mülküne el koyabilecek. İçişleri Bakanı kendilerine muhalif olan ya da eleştiren bir sivil toplum kuruluşuna, örneğin Türkiye Tabipler Birliği’ne ya da Mimar ve Mühendisler Odası’na kayyum atayabilecek. Yine yasa meclisten geçtikten sonra avukatlara muhbirlik dayatılarak müvekkilleri ile ilgili bilgileri devlete vermesi istenecek.

Ne söylenen sözlerin ne de hazırlanan yasa tasarılarının bir hukuk reformuna işaret olmadığını anlamak için kahin olmak gerekmiyor.

Reform yapmaya niyeti, var mı sorusu yanında, böyle bir reformu yapmaya gücü var mı diye de sormak gerekiyor.

Cumhurbaşkanı’nın her konuda olduğu gibi hukuk reformu konusunda da tek başına karar verebilme durumu yok. MHP’den onay almadan bir reform yapamayacağını herkes biliyor olmalı. Aynı şekilde MHP’nin bir hukuk reformuna yanaşmayacağı da biliniyor olmalı.

Cumhurbaşkanı ya da AKP’nin bir hukuk reformunu yapmaya gücünün olmadığını ortaya koyan en önemli sorun ise, bağımsız bir yargının olduğu bir yerde ilk önce kendilerinin yargılanacaklarını bilmeleridir.

AKP’nin yıllardır şiddet ve gerilim üzerinden siyaset yürüttüğünü biliyoruz. Yaşanan sorunları tartıştırmayan, tartışanlara ise davalar açıp cezalar kasen, devlet şiddetinden beslenen bir anlayışın, hukuk reformlarıyla hak ve özgürlüklerin az da olsa önünü açtığında bugüne kadar ortaya koyduğu hukuksuzlukların, rant politikalarının daha çok tartışılacağını, daha çok tartışıldığında kitle tabanının daha çok kaybedeceğini bildiği için de hukuk reformu yapabilme durumu yoktur.

Ayrıca bağımsız yargı konusunda samimi olduklarını ortaya koymaları için işe hukuk reformu ile başlamaları gerekmiyor.

Mahkemelere talimat vermekten vazgeçtiklerinde duruşmalarda yaşanan hukuksuzlukların önüne, en azından bir kısmının önüne geçileceği görülecektir.

Devlet şiddeti üzerine söz söyleyen araştırmacılar, devletin direk şiddetin yanında yapısal şiddet ve kültürel şiddet yöntemlerine de çok sık başvurduğunu söylerler. Direk şiddetin yanında yapısal ve kültürel şiddetinde hak ve özgürlükleri kısıtlayan hukuksuzluklar olduğunu bilmek gerekiyor.

Mülakatla işe almak devletin olağan uygulaması haline geldi. Mülakatlarda ne sorulduğu bugün için sır değil. AKP’den referansı olmayanların bu mülakatları geçip bir işe girebilmeleri imkansız hale gelmiştir. İnsanları etnik kökenine, siyasal düşüncesine ya da mezhebine bakarak işe almayıp açlığa mahkum etmek yapısal şiddetin, yani hukuksuzluğun kendini gösterdiği yerlerden biridir.

Bir kararname ile işlerinden atılan, alınan mahkeme kararlarına rağmen işlerine dönemeyen, Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile işten atıldıkları için başka bir yerde de işe giremeyerek açlığa mahkum edilen binlerce akademisyen, öğretmen de bu yapısal şiddetin ya da hukuksuzluğun mağdurulardır.

Memleketin dört bir yanını rant alanına çevirerek kaynakları yandaşlara akıtıp insanlara açlığa, yoksulluğa, işsizliğe mahkum etmekte yapısal şiddet ya da hukuksuzluğa verebileceğimiz örneklerden biridir.

18 yıllık iktidarlarının var olma amaçlarından uzaklaşmalarını sağlayacak adımları atarak, bütün bu şiddet yöntemlerinden, yani hukuksuzluklardan uzaklaşmalarını kimse beklemiyor olmalı.

Her gün televizyonlardan kendinden olmayanları, haksızlıklara ya da yaşanan hukuksuzluklara muhalefet edenleri teröristlikle suçlamak, ötekileştirmek, ayrımcılık yapmak, kadrolu troller üzerinden mahalle baskısı uygulamak da bir devlet şiddeti – kültürel şiddet- olduğu gibi, aynı zamanda kendinden olmayan insanların haklarını gasp eden bir hukuksuzluk örneğidir.

Devletin bu tür şiddetin önüne geçmesi için bir hukuk reformu yapması gerekmiyor. Zaten her türlü şiddetin önüne geçmek için (yeterli olmasa da) gerekli olan bazı yasal düzenlemeler var. Önemli olan bu yasaların nasıl uygulandığı ya da uygulamalarda ortaya çıkan sorunları ortadan kaldırma niyetinin olup olmadığıdır.

Ernst Fraenkel “İkili Devlet” kitabında devleti önlem devleti ve norm devleti olarak ikiye ayırır.

Önlem devletinde bütün yasaların halkın daha insanca yaşaması, hak ve özgürlüklerini rahatça kullanabilmesi için değil, devletin bekası için çıkarıldığı ve Türkiye’de çıkarılan yasaların da bu temelde olduğu görmek gerekiyor.

İki yıl önce daha çok seçimlerde dillendirilen “beka” söyleminin önlem devletinin bir yansımasından başka bir şey değildir.

Devleti önceleyen, hatta daha ileri giderek kendi bekasını devletin bekasının önüne koyarak yasalar çıkartan, hukuk sistemini buna göre düzenleyen bir önlem devletinde, norm devletine dönülmesini sağlayacak reformlar beklemek hayalcilik olur.

Erns Fraenkel İkili Devlet’e: “Önlem devleti norm devletini tamamlamak ve bastırmakla kalmaz, kendi siyasi hedeflerini gizlemek için norm devletinin ideolojisini de kullanır” diyor. Bugün Türkiye’de gündemde tutulmaya çalışılan hukuk reformunun asıl amacı budur.

Yasamanın, yürütmenin, yargının tek elde toplandığı bir sistemde bütün normlarıyla kabul edilmiş bir hukuk sisteminin ortaya çıkması ya da bu konuda adım atılması mümkün değildir. Bu nedenle “Mış” gibi bir reformdan hak ve özgürlük beklemek gerekmiyor. Olan sadece yaşanan ekonomik krizde halkın gündemini boş vaatlerle ya da gerçekliği olmayan sözlerle gündemi meşgul edecek bir oyunun sahneye konulmasıdır.

Kimi değerlendirmelerde ortaya atılan reform söylemlerinin asıl amacının, Amerika’nın bir kısmını uygulamaya koyduğu, bir kısmının da yeni başkan Joe Biden için 20 Ocak’ta yapılacak yemin töreninden sonra gündeme gelmesi beklenen yaptırımlarıyla, Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Libya’daki faaliyetleri nedeniyle Avrupa Birliği’nin uygulamaya düşündüğü yaptırımlara yönelik olduğunu belirtilse de, bu yaptırımlar ülkeyi daha çok krize sokacağı için, bu varsayımdan yola çıktığımızda da reform söylemlerinin asıl amacının ekonomik krize karşı halkın gündemini başka alanlara kaydırmak olduğunu söylemek mümkün.