Onlarla tanışmam 90'ların ortalarında Tavır Dergisi'nde çıkan bir eleştiri yazısıyla olmuştu.
Grup Yorum'un kaleme aldığı bu yazıda eleştiri konusu lazca rock müzik yapan Zuğaşi Berepe'ydi.


Yazıda aklım beni yanıltmıyorsa, albüm kartonetinden grubun üst tarafı çıplak dikkat çekici bir fotoğrafı kullanılmıştı.

Ve bu eleştiri yazısı Zuğaşi Berepe'nin de
katıldığı,karşılıklı cevaplarla bir kaç sayı devam etti.
Faydalı, düzeyli ve öğretici bir polemikti. Bu arada
albümü dinleme listemize almıştık. 'Baba ben yıkıcıyım
ama / Kendini bilmez değilim / Yaşamak istiyorum
sadece / Kendi savaşlarım uğrunda / Ben sadece ben
olmak istiyorum.' https://www.youtube.com/watch?v=uFWuwi7LoXM
'Ben', en çok eleştirip, en çok dinlediğimiz şarkısıydı albümün.
Kazım Koyuncu hayatımıza ucundan da olsa, ismini bugünkü gibi bilmesem de sesi ve Zuğaşi Berepe müziğiyle girmişti.

Kazım'ın bilmediğim ve çok sonra öğreneceğim Zuğaşi Berepe'den önce Grup Dinmeyen dönemi olmuş.


Grup Dinmeyen, dönemin devrimci, politik müziğinin rengini taşıyan, toplumcu şairlerin şiirlerinden ve halk müziğinden beslenen bir formda müzik yapar. Kelebek ömürlü bir grup olmuş Grup Dinmeyen.


Sonrası biraz “Salkım Söğüt”, biraz “Didou Nana”, “Hey Gidi Karadeniz”. Ama bizim için en çok, küçük kardeşinin ismini söyleyemediği çocuk zamanlarında, “kaki, kaki” demesi. Şimdi Kazım bizim evlerin sevgili Dina Kaki'si.
“Seni dinlerken bir çocuğun ormanında yürüyorum.”

Bu yazı Kazım biyografisi değil. Unutmama adına hatırlamalar. Karanlıkta yol gösteren deniz fenerlerini bir daha keşfetme süreci.

Bir müzisyeni en iyi, en doğru dinleyicileri, sevenleri anlatır. Çünkü orada yalınlaşmış, billurlaşmış bir ilişki hali vardır. Bir dinleyicisi Kazım'a gönderdiği mesajda; “Seni dinlerken bir çocuğun ormanında yürüyorum” demiş. Sözler bazen bir çavlana, bazen bir bozkıra açılır. Kazımın açtığı kapılar sis içinde bir orman yeşilinin gümbürdemesiyle açılır. Sonrası geniş bir aydınlık, ferahlık. Sevenlerinin çokluğunda yoğrulmaktadır Kazım.

Yaptığı işle hemhal olmuş bir insanın hayatını yaşamaktadır Kazım, ne fazla ne eksik. En popüler olduğu dönemde dahi bu reflekslerini hiç kaybetmemiş, sıradan ve basit bir hayat sürmüştür.


Kapitalizme karşıdır. Bu onun bütün edimlerinde, uğraşlarında kendini gösterir. Ve çabalar tevazuyla.
"Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Karadenizliyim, ama hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim.”
Daha dünyada, aramızdaydı.

Bir tv kanalında ilk kez konser kayıtlarını izlerken, “bu adam oynamayı bilmiyor, bildiğin zıplıyor” demiştim içten içe. Fakat bir tuhaflık vardı, ritmi bozan dansı, ahengi bozmuyordu.
 
Çok sonra onu taklit ederek oynayanları görünce anladım. Kazım orada devrimin dansını yapıyordu büyük bir inançla. Dans en çocuklaştığımız, en sahici olduğumuz hallerdendir. Bazen devrim dediğin bireysel bir dönüşüm de olabilir, hatta çoğunda...

Gidenin ardından çoğunluklu “Daha yapacak çok şeyi vardı” denir. Evet yapacak çok şeyleri vardı, hem de çok. Daha yapacak çok şeyi olanların erkenden göçüp gittiği bir ülkedir burası. “Yüz sene daha yaşasam, yapsam, yapsam, yapsam hep yapsam yine eksik gideceğiz. Ne kadar eksik gidersek hayatta yapacak o kadar çok şey bırakırız...” Dinlersek anlarız. Kazım derviş makamındadır.

Yine bir röportajında okumuş ve kalakalmıştım öylece. Muhabir hayatta en pişman olduğu şeyin ne olduğunu soruyordu.


Kazım'ın cevabı tuhaftı. Hayatında en pişman olduğu şey saçlarını kestirmek olmuş. Saçlarını kestirmek ve en pişmanlık! Neden “kalakaldım” dediğimi anlıyorsunuz değil mi? Bir kez daha söylemeli, bir kez daha; Burası bizi yok etmek isteyenlerin değil, bütün pişmanlığı saçlarını kestirmek olanların ülkesi... Kazım'ım, seni pişmanlıklarınla da sevdik, upuzun saçlarından başlayarak.

Çaylar, dereler, akarsular, nehirler, ormanlar ülkesi. Anadolu, Mezopotamya. Bir santim toprağa, bir tike buğdaya göz dikmiş kanlı dişler. Haraççı, mezatçı sürüsü.
İstiyorlar ki bütün dereler girsin betona, oradan ceplerine aksın. İstiyorlar ki Karadeniz'den Ege'ye, Hasankeyf'ten Karaburun'a her yer HES, RES, Taş Ocağı, Nükleer Santral olsun.
Ha unutmadan Çernobil Mersin Akkuyu'da mı, yoksa Sinop'ta mıydı? Neyse biz demli bir çay içelim, şekersiz...

Bir 25 Haziran günüydü, hiç unutmam. Çayların gerçekten şirketten olduğu bir mola yerinde telefonum çekmeye başladı ve bir arkadaşımdan gelen mesaj ekrana düştü.
Kazım'ı kaybettiğimizi bağırıyordu.


Hastalığını biliyor, yakından takip ediyordum. Fakat... Çok derin, beklenmedik, etimi kanırtan bir kesikti takvime kazınan 25 Haziran çentiği. Hiç unutmam...
Kazım Haziran 2013'te yaşasaydı...

Yaşasaydı ne demek, yaşıyor. Belki bir kuş teleğinde, belki bir ağaçta ya da yaprakta; ama Gezi'de. O burada olmasaydı, yaşamasaydı, bir dal için dövüşür müydü bir ülke. Hem de şarkı söyleyip, dans eder gibi.
 
Ne diyordu şarkıda;
“Bi k'arak'uş ağlayi taş vurmiş kanadına
Ağlama k'ara k'uşum düşmanun inadına”
https://www.youtube.com/watch?v=KO_J6kidUTQ


Murat MENGİRKAON