Bu ülkü, Cumhuriyet kadrolarının baştan beri düşünmedikleri bir şey değildi. Fakat bunun yol ve yöntemleri bulunamamıştı. Cumhuriyet, köyü kazanamazsa kaybetmeye mahkûmdu. İsmail Hakkı Tonguç’un İlköğretim Genel Müdürü olan Yücel’in de çalışma arkadaşı sayılması gereken Ferit Oğuz Bayır, Köyün Gücü adlı kitabında köy eğitiminde geç kalındığını anlatır.

Köy Enstitüleri, İsmail Hakkı Tonguç’un Canlandırılacak Köy adlı kitabına da ad olacağı gibi köyü canlandırmak zorundaydı. Köy Enstitüleri bunun için kuruldu. Gerçi bu projenin temelleri, 1936’da Eğitmen kursları ve 1937’de iki Köy Öğretmen Okulu’yla atılmıştı ama bu denemeleri Köy Enstitüleri uygulamasıyla temellendirmek, genişletmek ve yerleştirmek Yücel’in bakanlığı dönemine rastladı.

Kafasında müspet bilim olduğu kadar, elinden de iş gelen, köye her bakımdan önderlik yapabilecek, şehir öğretmen okullarından yetişenler gibi zor koşullarda köylerden kaçmayan öğretmen yetiştirmek isteyen Köy Enstitüleri Kanunu, Meclis’te oy birliği ile kabul edildi. O tarihlerde Meclis’te herhangi bir kanun tasarısına muhalefet etmek, hükümeti bu konularda sıkıştırmak adetten değildi. 17 Nisan 1940’ta enstitüler yasası görüşülürken Meclis Genel Kurulu’ndan Yücel’e pek az soru sorulmuştur. Kanunun bir maddesinden kuşkuya kapılan Kâzım Karabekir, enstitülere yalnız köy çocuklarının alınmasını, bu çocukların kentlerle temas ettirilmeden gene köylerine öğretmen olarak gönderilmesinin onlarda bir “zümre şuuru” doğurmasından kaygıya kapılmıştır.  Eskişehir mebusu ve toprak ağası Emin Sazak ise şehirlerde yetişmiş öğretmenlerin görev yaptıkları köylerde halkın ahlakını bozduğunu söyleyerek kanunun o maddesine sahip çıkmıştır.

Yücel, Karabekir’in kaygılarını partinin sınıf kavramını kabul etmediği, köy enstitülerinde verecek eğitimin kentlerde verilecek eğitimden ideolojik olarak farklı olmadığını söyleyerek yatıştırmışsa da Köy Enstitülerinin başına gelen olay ticaret burjuvazinin çıkarlarını tam olarak temsil eden Kâzım Karabekir’i haklı çıkardı. Çünkü Köy Enstitüleri tam da onun derin bir sınıf sezgisiyle önceden gördüğü gibi solcu yetiştirdiği gerekçesiyle budandılar ve kapatıldılar. Hasan Ali Yücel’e yöneltilen suçlama da solcu yetiştiren bu kurumları ve onların yöneticilerini koruduğudur.

Köy Enstitüleri solcu öğrenci mi yetiştirmiştir? Buna hiç şüphe yoktur. Böyle bir şeyi suç veya kabahat sayıp yalanlamak yerine kabullenmek ve bununla övünmek gerekir.

O dönemde resmi görüşün savunduğu ve yürürlükteki anlamı bağımsızlık ve laiklik olan fakat halk kitleleri için özgürlük ve refah anlamına gelmeyen Kemalizm’den başka aydınlar arasında Türkçülük ve sosyalizm akımları da alttan alta dolaşımdaydı. Enstitülü öğrencilerin tümü, köylüyü aydınlatma, kalkındırma ülküleriyle yetiştirilmekte olmalarına rağmen okumaya yazmaya meraklı bazı enstitü öğrencileri Türkiye’de sınıfların olduğunu ve kendi geldikleri köylü nüfusun ezilen bir sınıf olduğunu fark ettiler. Hiç kuşkusuz Yücel ve Tonguç’un tercihleriyle Hasanoğlan’a ders vermeye giden bazı solcu hocalarından da ilham aldılar. Çıkardıkları Köy Enstitüleri dergisinde, başka bazı yerlere gönderdikleri yazılarında bu düşüncelerini ifade etmeye başladılar. Enstitülerin yetiştirdiği yazarları temsil eden Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Dursun Akçam, Mahmut Makal, Mehmet Başaran gibi köylü ve köycü yazarların gerek o dönemde, gerekse mezun olduktan sonra yazdıkları bunun en parlak kanıtlarıdır.

Yücel’in bakanlık yaptığı 1939–1946 yıllarını ölçü alırsak, o dönemde köylülerin en çok karşılaştıkları devlet görevlilerinin jandarma ve tahsildar olduğu bilinir. Köylülerin bu görevlileri sevmediği açıktır. Şimdi projede yeni bir devlet görevlisi vardır: Köyden yetişmiş, boz urbaları içinde, çalışkan, özverili, bilgili Enstitülü öğretmen.

Enstitülü öğretmenlerin köylü gözünde nasıl bir izlenim bıraktığını çeşitli anekdotlardan izleyebiliyoruz. Bunlar kuşkusuz tahsildar ve jandarmadan faklıydılar. Köyde bazı geri düşüncelerle mücadele etmelerine ve belki bundan ötürü çevreleriyle bazı çatışmalar yaşadılarsa da köylülerden çok köy ağalarıyla, hatta kaymakam vali gibi görevlilerle karşı karşıya geldiler. Bu öğretmen Cumhuriyet’in eğittiği yeni bir insan tipini temsil ediyordu.

Nasıl olmuştur da aynı yönetim altında böyle farklı tipler ortaya çıkabilmiştir. Devletin ideolojisi ve eğitimdeki hedefleri tek değil midir? 

Bunu, tek parti döneminin yapısına bakarak yanıtlayabiliriz. Bu dönemde bakanlıklarla ilgili kararların çoğu bakanlar kurulunda tartışılarak alınmıyordu. Bir bakanlık projesinin hükümet kararı haline gelebilmesi için diğer bakanlar tarafından imzalanıyor olsa da bunların yürürlüğe girebilmesi için Şef’in, mali işlerde de Maliye Bakanı’nın onayını almak yetiyordu. O dönemde bakanlıklar yapmış olan Hilmi Uran’ın Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım adlı kitabında anlattıkları, bu yargıyı doğruluyor. Yani Hasan Âli Yücel, nasıl diğer bakanlıkların işleri hakkında bir yönlendirmede bulunamazsa Milli Eğitim Bakanlığı’nın işleri hakkında da söz sahibi bakanın kendisidir. Bir çeşit özerklik.

Bunun içindir ki Talip Apaydın’ın anlattığı gibi Enstitü öğrencileri bazı çevreler tarafından“Hasan Âli Yücel’in piçleri” olarak yadırganıyor, horlanıyorlardı.

Ancak bu kısmi özerklik sonsuna kadar devam edemezdi. Her şey Şef’in iradesine bağlıydı. Yücel ve Tonguç, ardından Enstitü müdürleri görevlerinden alınırken CHP’li bakanların, mebusların ve örgütün bunlara sahip çıkamamaları da parti içinde bile bir demokrasinin yokluğundan kaynaklanmıştır.

Köylülerin Enstitülere ve enstitü mezunu öğretmenlere sahip çıkacak bir iradeyi gösterememiş olmalarının temelinde de bu siyasi sistem yatmaktadır. Köylüler enstitülere ve öğretmenlerine sahip çıkmak için yürüyüş, miting yapamazlar, bunun için hükümete temsilciler gönderemezlerdi. Verecekleri dilekçelerin bir faydası olmazdı. Enstitü mezunlarının arkasına polislerin takıldığı, her birinin askerde çavuş çıkarıldıkları bir dönemdi. Öğretmenler bile kendi haklarına sahip çıkacak bir örgütlülükten yoksundular.

Öte yandan, İkinci Dünya Savaşı sonunda iktidar değişikliği büyük bir beklenti halini almıştı. Bunun milletin yararına olacağı düşünülüyordu. Böyle bir dönemde enstitüler tek parti dönemi uygulamalarının kurbanı olmuşlardır.

Cumhurbaşkanı İnönü, parti içi dengeleri gözetme adına, 1945’te başta Yücel olmak üzere Enstitülere ruh veren yöneticileri değiştirdi. Türkiye İkinci Dünya Savaşı sonunda Amerika tarafına kaydığı için İnönü “komünist yuvaları” damgası vurulmuş böyle bir ağırlıktan da kurtulmaya ihtiyaç duydu.

Siyasi tarih gösteriyor ki, insanlar belirli koşullar altında taşıdıkları görüşü terk ederek gelecek vaat eden yeni bir platforma yerleşirler. İkinci Dünya Savaşı sonunda kurulan yeni dünya düzeninde CHP yönetimi böyle bir tutum göstermiş ve buna ayak uyduramayacak olan Yücel’i, Tonguç’u, M. Rauf İnan’ı bünyesinin dışına attı. Bu üç önemli isim ve daha başkaları, sonuna kadar kendi eserlerini savundular. Hasan Ali Yücel’in saygınlığı, yalnız bir dönem Enstitüleri yarattığından değil, bu eğitim projesine ve Türk devrimine sonuna kadar sahip çıkmış olmasındandır.

Hasan Âli Yücel’in mirası, bugün halkçı eğitim mücadelesi verenlerin davaları içinde yer almış bulunuyor. Kökleri 150 yıl öncelere kadar giden bu ulusal eğitim mirasın bugünkü hedefleribağımsızlıkçı, aydınlanmacı, halkçı bir eğitimdir.

Uzunca bir süredir siyasi iktidarların buna aykırı planları, uygulamaları ne kadar sürebilir bilinmez. Fakat aklın yolu birdir ve o akıl, eğitimde izlenmesi gereken yolu, yöntemlerini daha da zenginleştirerek mutlaka yeniden keşfedecektir. Çünkü halkın buna ihtiyacı vardır.