AKP’nin çıkaracağı bir cumhurbaşkanı adayına karşı CHP ve MHP’nin Sayın Ekmelettin İhsanoğlu’nu aday göstermesi, CHP içinde bir fırtına kopardı. Bir grup CHP milletvekilinin ve üyesinin infialine katılan başka çevreler de var.
Tepki, her türlü komplo teorisini ve şiddetli suçlamayı da beraberinde getiriyor. Bunun yerine Sayın Kılıçdaroğlu’nun Tayyip Erdoğan’ın karşısına neden CHP’li veya CHP’ye daha yakın bir aday değil de İhsanoğlu’nu tercih ettiği üzerinde kafa yormak gerekir. Bu, bilmeden atılmış, aceleye gelmiş bir olay değil. Bunun tarihsel ve sosyal derin nedenleri var.
Yaklaşık iki ay önce 29 Nisan 2014 tarihiyle paylaştığım “Bu 175 Yıllık Bir Hikâyedir” başlıklı yazımda yerel seçimlerde AKP’nin neden üstün geldiğini irdelerken şöyle diyordum: “Siyasi hayatta söz sahibi olmak isteyen hiçbir kuvvet, bundan sonra Türkiye taşrasının ekonomik ve politik gücünü ve onların yaşam tarzını hesaba katmaksızın iktidar olamaz. Taşranın bu gücünü günümüzde yalnız AKP değil, Bu veya başka nedenlerle MHP, BDP, FP de temsil etmektedir.”
Bu hikâye Tanzimat’la başlıyordu. Osmanlı Devleti’nin saray, bürokrasi, ordu gibi kurumları ve aydınları, artık politik ve düşünsel olarak Avrupa’dan besleniyorlardı. Jön Türkler, İttihatçılar, Kurtuluş Savaşı’nın ve cumhuriyet döneminin önder kadrosu, Avrupailik kültürünü ve davranış kalıplarını birbirlerine miras olarak bıraktılar. Devleti onlar yönettiği için bunlar devletin de temel tercihleri haline geldi. Geniş halk kitleleri, devleti yönetecek bir bilinç ve örgütlenmeden uzak olduğu, kendilerine böyle bir imkân da verilmediği için empoze edilen kültürü içselleştirmek veya bunlara sesli veya sessiz itiraz tercihleriyle karşı karşıya kaldı. Kitleler, bazı yenilikleri kabul etti, bazılarına karşı ise direndi. Örneğin kadınların yüzde yetmişi; okul, memuriyet ve Meclis hayatı çıkarmalarını öngördüğü halde başörtüsünü çıkarmamakta ısrar etti. Kitlelerle yönetici elit arasındaki asıl sorun, dine ve dolayısıyla onun da içinde olduğu kültürel-geleneksel hayat arasındaki ayrılıktı. Bu konuda en radikal uygulamalar Cumhuriyet’in kuruluş döneminde yaşandı. Dönemin tek partisi CHP, muhtemelen önündeki dönemlerde iktidarın serbest seçimlerle oluşacağını hesaba katmadı veya o zamana kadar halkın kültürel bir dönüşüm yaşayacağını umdu.
1945’te kontrollü olarak girilen çok partili hayatta, muhafazakâr kitleler siyasette hiç değilse seçmen olarak rol oyamaya başladılar ve CHP, yeni dönemin kendisi için hazırlayacağı tuzakları fark ederek eski uygulamalarının bir kısmını yumuşatma yolunu seçti. İkinci meşrutiyet’in İslamcılarından Şemsettin Günaltay başbakan yapıldı. Aslında CHP içinde dindarlar yok değildi. Hükümet işlerine karışmaması şartıyla Ordunun başında tutulan Fevzi Çakmak hiç de yenilikçi biri değildi. Hasan Ali Yücel’in bile ders kitaplarına din ve Allah’la ilgili şiirleri konuldu. Çok sınırlı da olsa, İslam dininin kurslarda veya okullarda öğretilmesine başlandı. Demokrat Parti, Arapça Ezanı serbest bırakınca 1933’ten beri devlet emriyle okunan Türkçe ezan bir günde bırakıldı.
Gene de muhafazakâr kitleler, gerek taşıdıkları kültürün, gerekse sınıfsal çıkarlarının iktidara geleceğini hayal edemezlerdi. Zaten Devlet içinde önemli bir söz hakkı ve yaptırım gücü bulunan ordu da buna izin vermezdi. 27 Mayıs dışındaki ordu müdahalelerinden hep sağcı siyasetçiler nemalandı.
Türkiye’de kapitalizmin gelişmesine paralel olarak Anadolu’nun kırsal kesiminden yükselen yeni muhafazakâr burjuvazi 2002’de yaptığı bir takım ittifaklarla ve Batı’ya da göz kırparak iktidara geldi. Ordunun hükümete karşı verdiği muhtıraya direnerek ve subayların bazı sivillerle birleşip bir darbe hazırlığı içinde oldukları gerekçesiyle büyük ve tarihi yargılamalarla ordunun siyasetteki etsini kırdı.
AKP hükümeti, bundan önceki hükümetlerin yeterince yapamadığı bir şeyi yaptı: Bir kısım devlet kaynaklarını yoksullar için kullandı. Onları memnun etti ve kendine bağladı. Girdiği seçimleri bu nedenle üst üste kazandı. Siyasi iktidar, elde ettiği bu gücü kullanarak devlet yapısını tamamen kendi denetimine almaya başladı. Devlet ihalelerini kullanarak kendi yakınlarını alabildiğine zengin etti, bunun için yolsuzluklara bulaştı. Başbakan dizginlenemez bir benlik davasına düştü. Yeni Osmanlılık hayalleriyle Ortadoğu’da denetim sahibi olabileceğini zannetti. Ona oy veren kitleler, iki nedenle buna katlandılar. Birincisi hayat şartlarının iyileşmesi, ikincisi dinî-kültürel yakınlık. 2013 Taksim Özgürlük Hareketi, halk kitlelerine kurulan bu gerici tezgâhın farkına vardı ve ramazanda “Yeryüzü Sofraları” kurarak özgürlükçü Müslümanlarla bu sofralarda buluştu. Aslında Kılıçdaroğlu-İhsanoğlu buluşması (Rastlantıya bakın Ramazan’a denk geldi) böyle bir “Yeryüzü Sofrası” buluşmasıdır.
2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi, Türkiye’yi bir dönüm noktasına getirdi. Bu seçimi ya AKP’nin adayı (muhtemelen Tayyip Erdoğan) yoksul muhafazakâr kitleleri kullanarak kazanacak ve Türkiye’yi 175 yıldır bu çevrelerin rüyasını gördüğü medrese kaynaklı İslami muhafazakârlık eksenine temelli oturtacak, ya da başka bir aday, seçimleri kazanarak AKP’nin iktidardaki gücünü sınırlayacaktır.
Bu aday nasıl bir kimliğe sahip olmalıydı? Halk kitlelerinin içinde bulunduğu kültürel kodları hesaba katmayan, İslami değerlere uzak bir adayın ordu müdahalesi olmadan belli miktarda oy alabileceği, ancak rakibini alt edemeyeceği ortadadır. Yıllardır yapılan parlamento ve yerel seçimlerle bu durum ayan beyan ortaya çıkmıştır. 1912’de İttihatçıların “Sopalı Seçimler”i, 1930’da Serbest Fırka’nın da katıldığı belediye seçimlerindeki güdümlülük,1946’ya kadar uygulanan seçimlerdeki iki derecelilik artık tekrarlanamayacağına göre, cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak için kafa yormak bir zorunluluk haline gelmiştir. Bunun formülü olarak muhalefetin ortak bir adayda anlaşması yeni ve olumlu bir gelişmedir. Bu adaydan beklenenler sınırlıdır. Anayasal parlamenter sistemin korunması, hukuk üstünlüğünün sağlanması, halkın milliyet ve mezhep çatışmalarından korunması, yolsuzluklara meydan verilmemesi ve ülkenin komşularıyla iyi geçinmesi. Unutmamalıdır ki, seçimle bir mevkie gelen kişi, kendisini seçenlerin isteklerine bağlı kalmak zorundadır. Cumhurbaşkanı bunların gerçekleşmesi için elinden geleni yapacaktır. Sonra gelecek seçimlerde her parti kendi adaylarıyla milletvekili seçimlerine katılacaklardır.
Türkiye cumhurbaşkanlığını hakkıyla yapabilecek abartısız, binlerce insan vardır. Fakat anlamak gerekir ki, bunların birçoğunun seçim kazanması mümkün değildir. Bu konuda kendilerine herhangi bir kusur da atfedilemez. Onları seçim kazanmaktan alıkoyan, içinde bulundukları organizasyonun halk kitleleri arasında bıraktığı izlenimdir. Seçmenlerin çoğunluğunu oluşturan Anadolu halkının kültürel ve duygusal olarak kendisini iktidarda hissetmek istemeleridir. Bu da biraz kendilerine benzeyen birinin aday gösterilmesini gerektirmektedir. Ekmelettin İhsanoğlu’nun Yozgat doğumlu, İslami İlimler hocası bir babanın oğlu olması, kendi kariyerinin İslam’la bağlantılı olması anlamlı bir rastlantıdır. Kemal Kılıçdaroğlu ekibi, bunun farkındadır fakat partisi içinde ona muhalefet edenler, kendilerini Hâlâ 1930’lu yılların Meclisi’nde atamayla gelmiş, seçim bölgesine bile adım atmamış bir milletvekili sanmaktadırlar. Cumhuriyet Halk Partisi, tek parti döneminde köylerde hoca kovalayacağına köylüyü ağanın ve tefecinin elinden kurtarıp ona iktidar yollarını açsaydı, muhtemelen şimdi Türkiye de kendisi de bambaşka bir konumda olacaktı.
Bir kısmımız açısından üzücü olması gereken husus, bütün bu iktidar mücadelesinin sömürülenlerle sömürenler ekseninde değil, kültürel kimlikler üzerinden verilmekte oluşudur. Hiç şüphesiz, Edirne’den Hakkâri’ye, dillerin, inançların, emeğin iktidar için el ele verdiği gün, bütün bu tartışmaların rengi değişecektir.