20. Yüzyıl Türkiye'sinin en ünlü ve önemli eğitim bakanı Hasan Âli Yücel’in çağdaş eğitim tarihinde bıraktığı mirasın ne kadar büyük ve derin olduğunu yalnız onun her yıl ölüm yıldönümlerinde düzenlenen etkinliklerden değil, onun en önemli eseri olan Köy Enstitülerinin eğitim ve kültür tarihimizdeki yerinden de anlayabiliriz.

1938 yılı sonlarından 1946’ye kadar 7 yıl 7 ay işbaşında kalan Yücel, çok yönlü bir kişidir. Eğitim ve kültür hayatımıza katkıları enstitülerle sınırlı değildir. Zaten Köy Enstitülerini kuran ve kollayan bir anlayışın eğitim, kültür ve basın alanlarında başka bir tutum alması beklenemezdi. Ancak bu yazıda Yücel’i anlamaya dönemin siyasi koşulları ve Köy Enstitüleri üzerinden çalışacağız.

Türkiye aydınları Tanzimat’tan beri Avrupa demokratik devrimlerinin çekim alanına girmişti.  Bu devrim, 1908 İkinci Meşrutiyet, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet devrimiyle Türkiye’de ete kemiğe büründü ve Türk devrimi haline dönüştü. Yücel, bu devrimin eğitim alanındaki en başarılı temsilcisi oldu. Başarılarının altında yatan olguların nedenlerinden biri onun da, Enstitülerinin pedagojik babası Tonguç’un da öğretmen olmalarıdır ve Türkiye’nin eğitimde neye ihtiyacı olduğunu bilmeleridir.

Yücel’in bakanlığı boyunca Türkiye;  muhalefetin, basın özgürlüğünün bulunmadığı, hatta ülkenin tek partisinin bile parti kimliği taşımadığı bir siyasi rejimin altındaydı. Sonradan çok yadırganan Milli Şef döneminde ülkede halk kitleleri yoksulluktan, aydınlar ise özgürlük yokluğundan patlama noktasına gelmişti. Sınıfların varlığını kabul etmeyen bir siyasi irade, sınıf mücadelesini de şiddetle yasaklamıştı. Ancak ne var ki Köy Enstitüleri tam da bir sınıf mücadelesinin eseri olarak kapatılmışlardır.

Bu gerçekleri kabul edenlerin şimdi yanıtlarını merak ettikleri soru şu olmalıdır: Böyle bir siyasi atmosfer içinde nasıl olmuştur da hemen bütün özgürlükçü, halkçı insanların anısını saygıyla andıkları bir Hasan Ali Yücel çıkabilmiş, Köy Enstitüleri nasıl kurulabilmiş ve bu enstitülerde nasıl olmuştur da derin bir halkçılık düşüncesi filizlenebilmiştir?

Sanırım bunun nedeni daha İkinci Meşrutiyet döneminde uç veren ve Kurtuluş Savaşı yıllarında doruğuna çıkan halkçılık düşüncesinin, 1930’lu yıllarda devlet kadrolarından tamamıyla silinememiş olmasıdır.

Yücel, arkasında İnönü’nün ve devletin siyasi iradesi olmadan, o güzel işleri elbet de yapamazdı. Fakat Köy Enstitüleri bağlamında ele alırsak ona verilen yetki ve desteğin ne için olduğuna bakmak gerekir.

Cumhuriyet idaresinin ilk 15 yıl içinde köye uzanamadığı açıktır. Nüfusun yüzde 80’ini oluşturan bu kitle siyasi olarak pasifleştirilmiştir. Tam da bu nedenden ötürü milli gelirden payına düşeni alamamaktadır. Ulusal servetin artması ve bunun nispeten de olsa adil olarak paylaşılabilmesi için ekonomik hayatın canlanması, üretimin gelişmesi ve mülkiyet ilişkilerinin değişmesi (öncelikle toprak reformunun yapılması) gerekiyordu. Bu yapılamadığı, köylüler hemen hemen Osmanlı devletinin son zamanlarındaki iktisadi ve sosyal şartlar içinde yaşadıkları, toprak ağaları, eşrafı ve mütegallibenin emri altında bulundukları için kent merkezlerinde yerleşmeye başlayan yeni kültür, yeni insan ilişkileri köylerden uzaktı. Köy Enstitüsü mezunlarının yapıtlarında geldikleri köylerin durumunu anlatan bölümler bu acı tabloyu bütün açıklığı ile göstermektedir.

Köyü değiştirmek, köy nüfusunu nüfusu rejimin değerleriyle bütünleştirebilmek yapmak acil bir gereklik haline gelmişti. Kendini ne kadar güçlü hissederse hissetsin hiçbir rejim geleceği düşünmeden edemez.