Deprem Bölgesi İzlenimleri / Deniz Korcan

Afet bölgesinde yer alan Rıza Bey Apartmanı’nın olduğu bölgeye ziyaretimizde, arama kurtarma ekiplerinin çalışmaları hala devam ediyordu. İlk olarak bu bölgeye gittik. Hem deprem gönüllüsü olarak yardımcı olmak istediğimizi, hem de ihtiyaçları tespit edip elimizden ne gelirse yapmak istediğimizi görevli memurlara söyleyerek enkaz bölgesine girdik. Derin bir sessizlik vardı. Sessiz olunmasının sebebi enkaz altından gelebilecek seslerin duyulabilmesi, biraz da hüzün. Tıpkı bir cenaze evi gibi. Fısıltılı konuşmalar…

Basının olduğu bölüme geçtiğimde bariyerlerin oraya yaslandım. Birkaç fotoğraf çekmek istiyordum. Ancak ellerimin titrediğini fark ettim. Bir süre bıraktım fotoğraf çekme işini. Heyecanımı fark etmiş olmalı ki yanımda bulunan kişi anlatmaya başladı. ‘Abla bu apartmanın altı evden eve nakliyat işlerinin olduğu bir yerdi. Ben de ara ara buradan geçerdim. Ben de nakliyatçıyım o nedenle biliyordum yani. Ölüler nasıl çıkıyor biliyor musun? Tahmin bile edemezsin..’ Gözlerimden korkuyu okudu herhalde, sustu.

Makinemin zoom’u yok. Uzaktan çekiyorum. Bariyerin önünde bulunan biri ‘İsterseniz ben çekeyim! Diyerek makineyi elimden aldı ve birkaç kare fotoğraf çekti.

Fotoğraf çekme maceram çok eskilere dayanır. Kitle eylemlerinde, gaz ve plastik mermi yağmuru altında 1 Mayıs’larda fotoğraflar çekmiş, o garip heyecanı yaşamış ve biraz da olsa soğukkanlı olmayı öğrenmiştim. İnsanlar karşımda kolluğun şiddetini görürken habercilik yapabilmek için duygularımı bastırıp, fotoğraf çekmenin önemini bilince çıkarmıştım. Kolay olmadı ama başardım da. Ancak şimdi öyle değildi. Bu sefer ellerim titriyor sanki o fotoğrafları çekmek ayıpmış gibi geliyordu.

***

Yıkılan Rıza Bey Apartmanı’nın enkazını gördüğümde dehşetin boyutunu da bir kez daha fark ettim. Şimdiye kadar gördüğüm yüzlerce deprem fotoğrafı asla orada yaşadığım acıyı tarif edemezdi. Her şey çok gerçek akıp gidiyordu. Ve tekrarı yoktu. Ki ben bu satırları yazarken şu anda haberlerde bugün fotoğraflarını çektiğimiz enkazdan bir çocuğun daha çıkarıldığını öğrendim. İşte tamda bu anda zaman durdu.  Devam etmeli mi bu yazı? Etmeli…

İnsanın vicdan denen bir yeri var, her şey oraya toplanıyor. Biz oradayken ve evimize gelmiş normal hayatımızı sürdürürken; orada hala bir çocuğun üşümüş bedeniyle bekliyor olması işte bu vicdan denen yeri yaralıyor.

Deprem felaketinin sorumluları hiçbir sorumluluk üstlenmez, sorumluluğu üç beş müteahhite atarken, benim çok uzaktan vicdan denen yerimin yara alması acı da vermiyor. İçimde dizginleyemediğim bir öfke kendi göğsüme pençesini takıyor. Bu öfke ile kapitalizmin kar hırsı ile yarışsa hangisi yener bilmiyorum. Ben ve bütün ezilenler…  Enkaz altında kalıp ezilenler? Hangimiz daha güçlüyüz bilmiyorum…

Pek çok kare düşüyor önümüze, kucakta çocuklar, dökülen ter, enkazda gelen madencilerin darp edilerek yolun kenarına atılan görüntüleri. Dövizin önlenemeyen yükselişi. İşsizlik.. Açlık… Riyakarlık ve o bitmeyen ‘Büyük İnsanlık’

Darmadağınık bir ülke. ‘Dağılmış Pazar Yerlerine Benziyor memleket’*

İşte tam da böyle bir ülkede karanlık içinden bir çocuğun yaşama sevincine o masumiyetine sığınıyoruz. O çocuk içimizi ve üşüyen ruhumuzu ısıtır. Bunun adı ‘umut’tur.

Umut bazen o çocuğun gülümsemesi ile gelir, bazen direnenin sıkılı yumruğuyla.

‘İnsan’ vardır hayatta, insan varsa umut vardır.

Ah benim güzel insanlarım… Ozanların şiirlerine konu olmuş yaralı yorgun, yoksul insanlarım.

Yıllardır, ‘hesap sormak’ yerine, ‘şükür etmek’ öğretilen toplum yine bir felaket anında gerçek dostlarının kim olduğunu görüyor. Sirenler içinde gelen devlet erkanı bahsettiğim yas evi sessizliğini bozuyor. Patlayan flaşlar verilen demeçler. Reklam, mübalağa ve timsah gözyaşları. Vicdan yoksunluğu dile yansıyor. Hem de çok çarpıcı, gizlenemez saklanamaz bir şekilde. Dil kötü…

Bir çadır alanına yaklaşıyoruz. Fotoğraf makinemin pili bittiği için artık fotoğraf çekmeyi sonlandırıyorum. Telefonla fotoğraf çekmekten, kendine hatıra biriktiriyor gibi olmaktan ar ediyorum. Her ihtiyaçlarının karşılandığını söylüyor depremzedeler. Ama acıyı da paylaşmak istiyor, hal hatır soruyoruz. Herkes de bir koşuşturmaca. Çok sayıda gönüllü var.

Yerel yönetimlerin de çabalarını yok sayan bir iktidar olsa da hem depremzedeler hem de gözlerimiz bütün gerçekleri görüyor. Belediyelerin yiyecek standlarının önünden geçiyor selamlaşıyoruz. Çiğli Belediyesi’nin standında tanıdık bir iki yüz görünce selamlaşıp sohbete başlıyoruz. CHP Çiğli Kadın Kolları anne eli değmiş poğaçalarından ikram ediyorlar. Çiğli’li kadınlar evlerinde yapmışlar. ‘Depremzedeler yesin biz almayalım’ desek de ısrar ediyorlar ve boğazımızdan geçiyor bir iki lokma hatır için.

***

Evimdeyim. Enkazdan çıkan kız çocuğu gözümün önünden gitmiyor. Aklımdan bilincimden gitmiyor. Çocuk diyor ki ben böyle bir dünyada yaşamak istemiyorum. Çocuk diyor ki annem öldü… Arkadaşlarım öldü.

Çocuk ne bilir ölümü? Bunu nasıl tasavvur edebilir? Sonsuz ayrılığı bilir. Yoksunluğu bilir.

Çocuk diyor ki bana güzel bir şehir kurun. Beni güzel insanlar büyütsün. Çocuk diyor ki…

Çocuk işte, diyor. Ama nasıl da güzel nasıl da anlamlı, nasıl da büyük gibi konuşuyor.

*Edip Cansever (Mendilimde Kan Sesleri)