10-11 yaşların da evin arka bahçesi kümes de yaptığım hayali oyunları  saymazsak, lise yılların da müsamereleri hesaba katmazsak ve bu arada bir köye götürdüğümüz kumpanyayı da tiyatrodan saymazsak 1989  yılın da Samsun Büyükşehir Belediyesi Oda tiyatrosunun sınavını kazanarak okul sırasına oturduk. Kürsüden ders anlatan hocalardan beslendik, sahnede ustalardan el aldık. Kentimize gelen diğer sanatçıları sömürdük.

1963 doğumluyum. Mutasıp denilecek bir aile yapımız vardı. Annelerin başını örttüğü, büyüklerin beş vakit namaz kıldığı diyelim.  Yukarda bahsettiğim kümes hikayesini biraz açarsak soruya cevap olur sanırım.

Ah oyun oynamak!
Oyun oynamak daha henüz özgürlüğün kelime anlamını bilmezken bile, bana özgürlük gibi bir şeydi. Kendimi iyi hissettiğim, dış dünyayla tamamen bağlantımın koptuğu anlardı oyun zamanlar.

Terme Caddesi'nde büyükçe bir evde otururduk. Evin birçok odası vardı, hele tavan yüksekliği 4-5 metreyi bulurdu. Saray gibi bir şeydi yani. Ve ben... Ben bu sarayda gizli gizli gösterimime hazırlanıyordum. Kararlıydım. Gölge oyunu oynatacaktım.

Evin arka bahçeye açılan bir kapısı ve o bahçede bir kümesi vardı. Biz ona "pin" yada "tam" derdik. Nerden gelir, nerden türer bu kelime bugün dahi bilmem. "Kümes" deyip geçmeyin ha, bizim kümese 20-30 çocuk sığardı.
 

Ve gösteri günü...
Kartondan yaptığım tasvirlerle indim oyun alanıma. Perdeyi bir şekilde tutturup, arkasına mum yakıp geçtim karşısın. Garip gölgeler vardı. Çok da içime sinmedi hani. Işık yetersizdi. Ah ampul olsaydı ya, çok daha iyi netice alınırdı. Büyük iş olurdu benim için kümese kablo çekmek. Çözümü mum sayısını artırmakta buldum. Gösteriyi bir hafta sonraya, hafta sonuna mahalle çocuklarının müsait olduğu öğleden sonra 13-14'e ayarladım. Ev ahalisi bu saatlerde ya ev işleriyle meşgul olurlar yahut ev gezmelerinde bulunurlardı. Başladım gösteriyi duyurmaya. Giriş ücretli. Ücret ise 'artis kapağı' idi. O zamanlar sakız paketlerinden artist yüzleri çıkardı. Biriktirirdik. Bizim için çok ama çok kıymetliydi. Ya iki artist yüzü ya iki gazoz kapağı. Bunlar bizim oyun oynarken sermayelerimizdi.

Uzatmayalım efendim, ilk gösteri günü geldi çattı. Perdem, tasvirlerim ve bakkaldan aşırdığım mumlarla nihayet hazırdım. "Ey haaakk!!!" diye başlayıp kalın ve ince ses denemeleriyle çocukları eğlendirmeyi başardım. Tiyatronun t'sini bilmeden ilk gösterimi bu şekilde bitirdim. Lakin 5-6 seyirci ve hasılatın azlığına üzülmüştüm üzülmesine ya ama durmayacaktım. İlk oyun sonrası duyuruyu yaptım. Bir sonraki gösteri 15 gün sonra olacaktı. Bu sürede kendimi geliştirecek, reklam için gerekli zamanım olacaktı.

İki hafta göz açıp kapanıncaya kadar geldi çattı. Salonumda (kümeste) kızlı-erkekli 20-25 çocuk vardı. O zamanlar Çarşamba ve memleket daha bir laik! Sayının çokluğu heyecanlandırmıştı beni. "Heyy Haaakkkk!" dedim ve başladı Karagöz'ün Hacivat'a ilk tokadıyla gülüşmeler. Herkes çok eğleniyor, güldükçe gürültü salonun (kümesin) dışına taşıyordu. Müthiş bir atmosferdi. Müthiş bir duyguydu.
Gösterinin daha beşinci dakikası...

 

Salonun kapısı açıldı ve dışarıdan gelen bir ışıkla siyah bir gölge kapıda belirdi. Dev gibi duruyordu. Elinde bir süpürge...
Annem!!!
"Seni eşeğin doğurduğu, seni sıpa, mahalle daha döl kalmadı, topladın hepsini! Yakacan lan evi! Nerden çıktı bu mum yakma işi?" dedi, bir hışımla girdi salona. İlk süpürge hamlesi benim perdeye, ikincisi ön sıraya ve üçüncüsü tam da seyircinin ortasına. Sanki dersin ki, mübarek Çevik Kuvvet Polisi'nden eğitim almış. TOMA'sız tek gram biber gazı kullanmadan, dağıttı en masum, en demokratik gösterimi. Çil yavrusu gibi dağıldı seyircim. Günlerce hayalini kurduğum ortam iki dakikada tuz-buz oluverdi.

 

Sonrası...
Sonrasını hatırlamıyorum.
Annemin sağ elinde süpürge, sol elinde benim kulağım eve geçtik.
Bir daha perde gösterisi olmadı. Ortaokul bitene kadar tiyatro dahi izlemedim.
Düşünmedin...
Sustum...
Uzun süre sustum, sohbetlere katılmadım.
Sustum...

 

Tiyatroya gönül vermeden önce zaten DSİ de çalışıyordum. İnşaat teknisyeni olarak. Ama sevdiğimi söylemek çok da mümkün değil. Fakat sanırım yurdumda milyonlarca insan sevmedikleri işi yapıyor, okulu okuyor hatta ailesini kuruyor desek abartmamış oluruz. Akademik eğitim almayan biri olarak bu soruya vereceğim cevap hava da kalacaktır. Elbette bu konuya dair düşüncem var. Öncelikle tiyatro uğraşısı insanın varlığından beri var olan bir haykırış. İnsanoğlu var oldukça varlığını devam ettirecek ve değiştikçe değişimden uzak kalmayacak bir sanat alanı.

Okullar da bilinen ya da bildikleri ya da kendilerince doğru olan biricik sanat öğretiliyor gibi düşünüyorum. Böylece çok deneme fırsatı bulamadan öğreten hocalardan kopyalar yayılıyor sanat alanlarına. Sahaya yayılan oyuncular ise arayışa giriyor. Yetmiyor öğretilen. Tam kavranmış değil hala oyunculuk. Taklit mi yaratmak mı. Sahicilik mi, doğallık mı. Rol kesmek mi? İçten dışa mı? Dıştan içe mi? Sorular çoğalıp denendikçe oyuncu hamuru yol alıyor. Kimi yatağını buluyor. Kimi denemekten vazgeçiyor. Suya yazı yazmaktan bıkmayan, usanmayan insanlar bileşenleri devem ediyor arayışa. Okul ne dikta ederse etsin, dışarda ki hayat başka türlü nefes alıp veriyor. Bu öğreti meselesi tüm üniversitelerde böyle elbette. Özgür düşünceye sahip olması gereken kurumların başında biatçı zihniyetlerden kaynaklı bir sorun var.

Bu sorunlardan Tiyatro da nasipleniyor. Sanırım üstüme vazife olmayan bu konuda fazla kelam ettim. Stop! Öncelikle Samsun Oda tiyatrosu benim tiyatro bilimi ile buluşma anım. Öğrenim gördüğüm bu süreçte ;Denek adına bir oyun da  oynadım. Bir grup kurup çocuk oyunu sahneledik.19 Mayıs Ünv. Misafir oyuncu olarak oynadım. Çalıştığım kurum da işçi tiyatrosu kurdum. Ömrü iki yıl sürdü1996-2000 yılları arasında Tiyatro Tiyatro adında bir özel tiyatroda çalıştım.2000 yılında kendi tiyatromu kurdum. Önceki çalıştığım kurumlar da yetişme dönemi gibi algılayalım. Bir nevi çıraklık. Gerçi bu meslekte çıraklık ömür boyudur.

Ama yaşama dair söylemek istediğim tümceler vardı. Bunlara ben karar veremiyorum ve verilen görevi kabul ediyordum. Ülkede her şey yolunda gitmiyorken sabun köpüğü işler beni tatmin etmiyordu. Daha halktan yana işler sahneye koymak lazım. Tehlikeyi fark edip paylaşmak, uyarmak tiyatro sanatının görevidir diye düşünüyordum. Daha sol tandanslı işler. Ama asla kör göze parmak işler değil. Daha özgür işleri sahneye koymak ve düşüncelerimi paylaşmak üzere Samsun Sanat Tiyatrosunu kurdum. 20 yıldır da nefes alıyor. Elbette bu benim kurduğum özel tiyatro. Benim bakış açımdan mutlu olmayan oyuncular da olacaktır aramız da. Onlar da kendini ifade edecek tiyatrolarını kuracaklar ve arenaya atılacaklar. Ne güzel. Salyangoz satmak. Üstelik talep olmayan mahallede. Öncelikle maddiyet. Projenin üretimi, sanatçıların finansı, yaşam hakları, sosyal güvenceleri.Tüm bunların yanı sıra , oyun yasaklanmaları, salon tahsislerinde çıkarılan zorluklar. Kabaca okumuş kesim, gençlik ve duyarlı  kesim diyebiliriz. Daha çok toplumsal duyarlılıkla oyunlar sahneye taşıdığımız için bizim oyunları sendika, dernek, parti ve belediyeler organize ediyorlar. Bu bağlamda Sol görüşlü kitle ile kavuşuyoruz. Zaman zaman gişe açtığımız yerlerde karışık izleyici kitlesi ile buluşuyoruz. Ülkede tiyatroya olan ilgi hiç te azınsanmayacak kadar iyi yerde. Özellikle nitelikli işler üreten tiyatrolar zaten seyirci sıkıntısı çekmiyor. Devlet tiyatroları kapalı gişe oynuyor. Biletler ucuz diyenlere cevaben ünlü ve televizyon da görmeye alışık olduğumuz nitelikli oyun üreten ustaların da oyunları kapalı gişe gidiyor. Samsun Sanat olarak hiçbir dönem seyirci sıkıntısı çekmedik. Tüm bunlar yeterlimi ? Elbette hayır.   İşi ne kadar sevdiğinizle alakalı bir soru. Benim adıma hiçbir zorluk söz konusu değil. Hatta bazen her şey yolunda gidince şaşırıyorum rüyadayım sanırım diye. Öncelikle ürettiğiniz oyunları diğer şehirlere organize etmeniz. Turne takvimi hazırlamanız. Hazırladığınız programı uygulamaya başladığınız süreçte ülkede olağan üstü durumların hasıl olması ve tüm planların alt üst olması. Ben bu işi Anadolu da yaptığım için Oyuncu arkadaşların çokça bu bölgeyi tercih etmemeleri. Oyuncu bulma zorluğu bu bağlamda çok canımızı yakıyor. Elbette o arkadaşlar da İstanbul da aç kalarak bir diziden veya bir filmden gelecek bir anı beklemekteler. Demek ki tiyatronun ateşi daha kalplerine düşmemiş. Ünlü olma sevdasındalar. O zaman niye 4 yıl okudun ki. Orada öğrendiklerin kamera önünde hiç işine yaramayacak. Hatta unutmanı isteyecekler. Ama masada şu okul öğrencisiyim. Şu hocadan ders aldım gibi sohbetler de geçmişi kullanmak ve masaya meze yapmak da cabası.  Neyse turneden nerelere geldik.

Oyuncu olmak isteyenlere birkaç öneri

Olmasınlar.

Okumayı ve keşfetmeyi sevmiyorlarsa olmasınlar.

Öğrenmeye aç değilse olmasınlar.

Alkıştan dolayı bir yerleri şişecekse başka işlere yönelsinler.

Mahallesin de bir kedi açsa, köpek susamışsa onlara bakıp acıyorsa hiç olmasınlar.

Çok iyi taklit yaptığını düşünüyorlarsa, çok iyi işlerine devam etsinler, olmasınlar.

Televizyondaki güldür paldır küldür ne ki ben arkadaş ortamında daha iyiyim diye düşünüyorsa o ortamı hiç kaybetmesinler, hiç olmasınlar.

Oyuncu olmak isteyen sabırla düşe kalka, yüreği acıya acıya oluyor.

İstemek çok kıymetli. İstemek yeterli, neleri yapması gerektiğini zaten isteme duygusu peşinden doğallıkla hasıl olur insan yaşamına!

Tiyatro da sahnede beş duyu organınız oynar. Her anı yaşarsınız. İyi kötü yalan yanlış, yaşam gibi akıp gider. Ama kamera bir daha, bir daha, şuradan bir daha. Az oyna, güzel bak, göz yaşı damlası sürelim bir sürü yalan dolan.  Kamera işine haksızlık etmemek lazım aslında. Kamera arkasın da gerçekten bu işi bilen olunca oynuyorsun. Oynatılıyorsun. Göz gözede oynuyorsun, bağırıyorsun da.

Tam bilemediğim bir alan ki hala bende sorguluyorum kamera önü arkası sağı solu ne ayak diye

Yaşam çok politik. Hayatımız da öyle. Birilerin aldığı kararda milyonlar etkileniyor.

Nasıl sahneleme “YOBAZ” adlı oyunu. Bakınız yıllar sonra bela oldukları çıktı meydana. Biz bunları 2005 de uyardık

Nasıl hatırlatmam Deniz, Yusuf ve Hüseyi,n’in nezdin de 68 kuşağını

Neyzen oynanmasa olurmu? Uğur Mumcu, Aziz Nesin, Haldun Taner, Nazım Hikmet vs vs

Yurdum da yaşanan asal sıkıntılar beni yazara ve oyun metinlerine yönlendiriyor.

Memleketin her köşesi bi fiil satılırken “Kuvayı Milliye destanı” hatırlatmakta yarar var elbette. Hasan Hüseyin bu coğrafyanın en toplumcu şairlerinden biri ana nbe kadar tanıyor yeni nesil. Hatırlatmak gerek.

Ben sezona bir atımlık barutum var diye bakarım. Onu asla boşa sıkmamalıyım.

İnce eler sık dokurum. Bu zamana kadar yanılmadım.

Seçtiğim oyunlar bizi idare edemeyenlere  gönderme yaptığı için, ellerinden geleni yapıyorlar elbette.

Brecht bir gün, Hitler’e ses çıkarmayan “makus talihlerine” razı sanatçılara seslenmiş: “Sizler şu an batmakta olan geminin duvarlarına çiçek resimleri yapıyorsunuz ve bunun adına sanat diyorsunuz. Sizler de bu faşist dönemin sanatçılarısınız, hem de bizim sanatçılarımızsınız.