Herkes yaralı. Yarasını gösteren de gizleyen de var. Herkes şikayetçi, herkes birbirini suçluyor, birbirini suçlayan bakışlara, görüşlere sahip. Kendi payını bilen de var bilmeyen de. Herkes hem kendini, hem kendi dışındakileri öldürüyor. Katil olduğunu bilen de var bilmeyen de.

Yıllar önce bu ilçeye geldiğimde yaralarımı saracak bir nehre, birde dağa inanıyordum. Nehrin kenarındayken sanki bir abdal şelpe çalıyordu bağlamasıyla bana. Kah kabartıyor yüreğimi, kah dinginleştiriyordu. O zamanlar yazmıştım şu dizeleri:

“Akarsın coşkunca, kayalarına vura vura.
Acıdan inleyen yüreğimize direncini kata kata”.
 
Sonra ne mi oldu? Ben o nehre inancımı, o dağa sevgimi hiç kaybetmedim. Bundan olsa gerek hala onun çevresinde dolanıp duruyorum. Çünkü biliyorum, insan yorulur, yenilir, ama nehirler akar, yaşar ve çevresinde hep bir hayat olur. Yorulunca, yaşama inancım zayıflayınca hep Munzur a koştum.

Çoban Munzur orada bir yerlerde sürüsünü otlatıyordu. Turnalar illa geri gelecekti. Ala balık nehrin üstüne atlayıp raks edecekti. Kadınlar niyazlarını alıp nehir boyunca şükredecekti. Karıncanın, kuşunda nasibini bırakacaklardı. Çıralarını yakıp bütün canlılar için iyi dileklerde bulunacaklardı. Sağlık ve huzur dileyeceklerdi.

Garip geliyor tabi, ömründe hiç niyaz yapıp dağıtmamış, bir ziyarete gidip çıra yakmamış biri olarak bunları yazmak.

Ateistler her şeyi açıklamasa olur mu?  Bazen yoruluyor çünkü insan. Konuşmak yazmak zül geliyor. Bir nehir bir ağacı, bir kaya bir dağı yoruyor mudur? Karıncanın yükü mesela, yoruyor mudur karıncayı?

Sanmıyorum. Ama İnsan insanı yoruyor.  Ekmeğini kazanırken, emeğini hayata sunarken karşına çıkıp kazandığın ve sunduğunu tartmakla uğraşarak yoruyor. Gülüşünü yoruyor, inancını yoruyor. Yormak fiilini o kadar benimsedik ki, dağları, nehirleri, ziyaretleri yormaya kadar ileri gittik. Ellerini kollarını bağladık nehirlerin, dağların ve ziyaretlerin. Hep istedik, hep aldık ve hep yorduk. Yolu, ağacı, suyu, dağı incitmeye gelenlere sustuk.

Baraj yapacağız dediler topraklarımızı verdik, maden çıkaracağız dediler “oh oh ! kamyonum çalışır, lokantam yemek satar, bakkalım işler, cebim dolar” diye hesaplar yaptık. Dağlara yol yaptık, koynundaki çiçeği, gölü, geyiği incittik. Doğa turizmimiz, inanç turizmimiz derken ceplerimiz doldu, ama 3000 metrede bile çöpümüz, her ağacın kökünde kirli tuvalet kağıdımız oldu. Bütün dünyaya ilan ettik, gelmez görmez, kalmazsan ahımız kalır dedik. Geldiler, gördüler, öldürdüler.

Mevzu derin, dert bir değil. Bu derdin sebebi yerin hikayesi ise tarihler öncesinden. Yakın tarih hikayesi ise şöyle; Munzur Gözeleri diye gözbebeği bir ziyaret yerimiz var. Dersim, Ovacık, Ziyaret köyü sınırlarında. Tıpkı Düzgün Baba, Ana Fatma, Sultan Baba gibi Dersim in kutsal görülen mekanlarından. Biz devlet babaya elimizi verdikçe kolumuzu kaptırdık ya, devlet denilen çarkın dişlileri etimizi, kemiğimizi un ufak ede ede bizi öğütmeye devam ediyor. Canımızı, toprağımızı, suyumuzu gasp edip, satıyor, yok ediyor.

Öyle bir hakkı var ki üzerimizde bize sormuyor bile. Artık nasıl bir vekalet vermişsek kendisine, tepe tepe kullanıyor. Bir inanç yeri ona inananların fikri alınmadan yapısal olarak değiştirilebiliyor. Ve biz fikrimiz alınmadı diye küsüp köşemize çekiliyoruz adeta. Ya da toplum olarak inancımızı kaybettik.

Çünkü aleviler gidip bir camiye zarar vermez. Es kaza bir alevi çizik bile atsa Alevilerin topu hedef alınır. Peki devlet neden bu mekanda bu kadar rahat peyzaj yapıyor? İnancımızı yok sayıyor olabilir mi?  Başka seçenekler de var. Ancak burada durmak gerek. Çünkü siyasal İslam ideolojisi bunu emrediyor. Tek dil, tek din, tek bayrak ideolojisi bunu emrediyor. Son 20 yılda çeşitli politikalarla Dersim pışpışlana pışpışlana “aykırıya, ayrıntıya, ayrıksıya, azınlığa tutkun”luğunu kaybediyor. Bir uyur gezerlik hali ile önüne koyulan her seçeneğe onay veriyor, susuyor.

Dersim sustukça pepuk kuşları çoğalacak. Dört dağdan pepuk kuşları ötecek Ax !Ax! Ax!
 “Pepuu”
“Kekuu” (baba)
“Kim yaptı?”
“Ben yaptım”
“Kim öldürdü?”
“Ben öldürdüm”
“Kim yıkadı?”
“Ben yıkadım”
“Vah! Vah! Vah!”