Sınıf mücadelesi bir insancıllık yarışı değildir ama insanlık adına bir yarıştır. Dünyamıza ölümün inmesine izin vermeyip “ölü yıldızlara hayatı taşıma” yarışı. Bu yüzden iyi-kötü, doğru-yanlış gibi metafizik küfler kokan ayrımları çöpe atamayız. Temizleyip geri dönüştürmemiz gerekiyor bunları.
Marksist felsefenin bir etiği olmadığı iddiası -tıpkı Marksizm’in sınıf indirgemeci, ekoloji miyobu, cinsiyet körü vs. olduğu iddiaları gibi- batıl inançtan ibarettir. Marksizm’in Kantçı kategorik buyrukları model alan, evrensel, amacı kendi olan bir etik teorisi mevcut (ve gerekli) olmadığı için, sınıf mücadelelerinin iki asra yaklaşan ve yeryüzünün gördüğü ahlaki ve ahlakçı tüm ideolojilere kıyasla muazzam bir tutarlılığa sahip etik tarihini bir çırpıda unutmak, Marksizm’in dost ve düşman eleştirmenleri için kolay. (“Unutmak” mı dedim, “hiç öğrenmemek” demeliydim.) Konunun akademik ilgilisini, bu tarihin kuramsallaştırıldığı Mao’dan Giap’a, Che’den Çayan’a uzanan engin külliyata ve Lenin’in “Gençlik Birliğinin Görevleri” metnine davet ederek geçelim:
Öyleyse iyiyi ve kötüyü, doğruyu ve yanlışı, proletaryanın (ve emekçi halk sınıflarının) sınıf mücadelesindeki çıkarlarına göre saptamalıyız. Bunu, iktidarın çıkarlarına kilitlenmiş Makyavelci etiğe benzetmek kolay ve faydasız bir kuramsal hamle. İktidarlar kısa, sınıf mücadelesi uzundur. Taş çatlasa birkaç nesil sürecek bir hükümdarın çıkarları ile binlerce yıllık sınıf mücadelesinin (ve “bu kavga en sonuncu kavgamız” olduğu için bütün olarak insanlığın) çıkarlarını gözetmekteki formel benzerliğe takılmak, köşe lambasıyla yıldızları karşılaştırmak kadar gülünç; ışık kirliliği yüzünden gök cisimlerini göremeyen kentli küçük-burjuvanın çalışma masasına daralmış dünyası…
Demek ki, proleter devrimci, sınıf mücadelesinin çıkarlarını düşünürken attığı adımın yalnızca o an, o gün, o dönem getireceği faydalara değil ötesine bakmak, her adımında binlerce öncesini ve sonrasını göz önüne almak ama bir o kadar da içinde bulunduğu ânı düşünmek zorundadır. Sözgelimi, George Floyd’u öldüren polisin aynı muameleye tabi tutulmasını arzu etmez, çünkü işkencenin meşru bir cezalandırma aracı olarak kabul edilmesinin -öyle uzun vadede falan değil- göz açıp kapayıncaya kadar emekçi sınıfların aleyhine döneceğini iyi bilir. Amerikan dizi sektörü bu konuyu durup durup boşuna kaşımıyor, “50 çocuğu kurtarmak için bir teröriste işkence yapılabilir mi?” gibi sahte etik ikilemler üzerine kurgular boşuna kurulmuyor. Çocukları kurtarmak istediklerinden değil, çocukların öldürülmesine karşı çıkan muhaliflerine işkence yapabilmek için.
Dünya gerilla hareketlerinin tarihine bakıldığında, ele geçirdiği hasımlarına ve rehinelerine yaptığı muamele açısından insanlığın göğsünü kabartacak sayısız örneğe rastlanır. Bu konuda filmler çekilmiş, romanlar yazılmış, yüzlerce sayfa kaleme alınmıştır. (İlgilisi sözgelimi Sıkıyönetim filmine, Türkiye hapishanelerindeki rehine eylemlerine, Che’nin yazılarına bakabilir.) İki yüzyıllık tarihin yalnızca beyaz sayfalardan oluştuğunu iddia edecek değiliz ama hasmımızın -egemen sınıfların iktidarlarının- sabıkasıyla karşılaştırıldığında devrimciler bu filmin açık ara iyi adam ve kadınları çıkar. İyi olmaları iyilik aşkına hareket etmelerinden değil, yarınlar aşkına hareket etmelerinden gelir. Merhametten, insancıllıktan değil, doğrusu bu olduğundan, sınıf mücadelesinin çıkarları böyle gerektirdiğinden. Yoksa mesela “gerilla ethosu” diyebileceğimiz şeyin kurucularından Che Guevara’nın anılarına şöyle bir bakmak, silahını muharebe alanında bırakan gerillayı öleceğini bilerek çatışmaya geri gönderen Ernesto’nun pek de sevgi pıtırcığı olmadığını görmeye yeter.
Merhamet, kefaret, bağışlama, günah çıkarma… Bunlar ilahiyatçıların, kiliselerin, Zen tapınaklarının ilgi alanına girer. Tekme bir sınıf adına bir sınıfa atılmış, tarihin çelik kitabına kazınmıştır, istesek de oradan kazıyamayız. Bir gün yeryüzündeki tüm çelikleri eritip evsizlere ev yapma günü geldiğinde bile o kitabı insanlığın bellek müzesinde tutmaya devam edeceğiz. Konuyu pişmanlığın sahiciliğine, kefaretin tahsiline, devranın devretmemiş olmasına falan getirmeye gerek bile yok. Hiç kimse iktidara duyduğu patolojik aşkla veya cezasızlığın şehvetiyle yaptığı şeylerin bir gün unutulacağını aklına bile getiremesin diye hafıza-i beşerin isyanına sığınıyoruz. Nisyan illetimizse çünkü, isyan kudretimizdir bizim.
Tekmecinin iddia ettiği gibi tepkiler onun ailesine yönelmişse fakat, bu bizim ilgi alanımıza girer. Böyle şeyler yapmayız, yapanı tasvip etmeyiz. Çünkü suçluların yönettiği, suçsuzların okka altına gittiği çarka su taşımak bizim işimiz değil. İstikbaline baktıkça mücrimin, sadece ve sadece mücrimin titremesi gerekir. Mücrim de etmesin kimseye şikâyet, ağlasın kendi haline.
Aynı şey küçük esnafın dükkânı söz konusu olduğunda iki kez geçerli. Dünyadaki bütün ayaklanmalarda bir noktada yağmacılık eğilimi ortaya çıkar. Kitlenin heterojenliği kadar sınıfı da etkilidir bunda: Her şeyi üreten ama hiçbir şeyin sahibi olmayanlar, hiçbir şey üretmediği halde her şeyin sahibi olanların iktidarını en azından sokak düzeyinde alaşağı ettiğinde mülkiyetin kutsallığı karşısında huşu ile diz çökecek değil ya. Fakat Britanyalı bir sosyalistin dediği gibi: “Lenin ‘yağmacıları yağmalayın’ derken bankaları ve tekelleri kastetti, köşe başındaki dükkânı değil. Küçük esnafı rahat bırakın, bakarsınız o da size katılır.”
Bu mantık büyük çokuluslu işletmeler söz konusu olduğunda çatırdar mı? Belki. Ama her halükârda yağmacı eğilimler ayaklanmanın enerjisini çalar, hedefini bulanıklaştırır, disiplinini sarsar. Gezi gibi örgütlü devrimcilerin ve/veya devrimci sosyalist kültüre sahip olanların hegemonya kurması gibi bir şansa sahip olmayan Anglosakson isyancılarının yağmacı eğilimlere çok daha fazla kapılacağı beklenmedik bir şey sayılmaz. Kırılan camlara ağıt yakacak değiliz ama “halkın coşkun akan seli”nin boşa giden her damlasına gözyaşımız karışıyorsa gözümüze bir şey kaçtığından değil. İsyan kudretimizse, talan zaafımızdır bizim.
Bir zamanlar üzerinde güneş batmayan imparatorluğun her taşında kölelerin ve sömürge emekçilerinin kanı ve teri var. Ekabirin içinde köle tacirleri o kadar fazla olunca meydanlarda heykellerinin, galerilerde resimlerinin kıtlığı yok. Pür “kültürel miras” perspektifinden bakıldığında bu eserlerin belli bir değere sahip olanlarını (yeterince eskiyen neyin belli bir değeri yok ki?) kaldırmak akla bile gelmediğinden genelde kentin bir yerine köleleri hatırlatan alternatif anıtlar yaparak dengeyi kurmaya çalışıyorlar. O eski kölelerin ülkeleri hâlâ açlık ve yoksulluktan kırılırken, o ülkelerden kaçıp bu kentlerde mülteci olanlar sefil hayatlar yaşamaya devam ederken kaç siyah köle anıtı bu dengeyi sağlar acaba?
17. yüzyıl başlarında Britanya’daki tek resmi köle şirketinin sahibi olan ve on binlerce siyahı “avlayarak” Amerika’daki şeker ve tütün plantasyonlarına köle olarak satan Edward Colston’ın Bristol’deki heykelinin Pero Köprüsü yakınında nehre atılması muazzam bir “dengeleme” eylemi. Hele köprünün adının 12 yaşındayken köle olarak satılan Pero Jones’tan alındığı düşünülürse tarihin halk eliyle aldığı bu intikamın karşısında bir karnaval coşkusu yaşamamak elde değil. Emperyalist metropollerin köleci, sömürgeci ve sömürücü tarihini silmek için yüzlerce kenti tepeden tırnağa yıkmak gerekeceğini düşünmezsek tabii.
Sanat tarihinde emekçi insanların tasviri görece yeni bir gelişme. Din uluları için model olarak seçilenler de dahil resmi çizilen, heykeli yapılan insanların çoğu sömürücü sınıftan. Vermeer, Sütçü Kız’ı çizene dek onlarca asır boyunca binlerce kral, kraliçe, komutan, bey, hanım tuvallerde ve kaidelerde arz-ı endam etti; olsa olsa birkaç asker, birkaç nedime çerçevenin kenarından başını uzatıyordu. Bugün bile sahneleri, galerileri, beyaz perdeleri dolduran karakterlerin ezici çoğunluğu dünya nüfusunun küçücük bir azınlığından.
Köle tüccarı Colston’ın ardından ağlayacak değiliz, tersine efendiyi kölenin ayaklarının dibindeki pis suda akıtan halkın belleğine ve ironisine selam ediyoruz. Lakin yeni dünyayı eskinin yalnızca külleri üzerinde değil taşlarını da kullanarak kuracağımızı bildiğimiz için kültür tarihiyle külliyen hesaplaşmaya girişmeyi de anlamlı bulmuyoruz. Bizans ikonoklazmı putları kırmaya kırdı ama çok geçmeden surların yıkıntıları ikonaların kırıklarına karıştı.
Yağmalanan dükkânlar, yıkılan heykeller, edilen küfürler haklıyı azıcık bile daha haksız kılmaz, olsa olsa daha zayıf kılar. Halkın yalnızca haklılığa değil güce de ihtiyacı var.