Paylaşmak ihtiyacı ne kadar insana ilişkin bir duygu değil mi? Bu, hemfikir olduğumuz hiçbirimizin yadsıyamayacağı bir durum olsa gerek. Özellikle son dönemde yaşadığımız ve hayatımıza karabasan gibi girerek, tüm düzenimizi alt üst eden Covid19 virüsü ile birlikte, evlere kapanarak daha derinden hissettiğimiz, su gibi, hava gibi gereksinimimiz.
Hayatımızı salgın öncesi ve sonrası diye ayırırsak, yaşadığımız başkalaşımla birlikte bir daha hiç eskisi gibi olmayacağız. Bu süreç bize, insanoğlunun bir tarafının ne kadar güçlü bir tarafının da ne kadar çaresiz, zayıf ve hiç olduğu konusunda ayna tutmuş görünüyor. Hiç şüphesiz ki her birimizde, birbirinden farklı izlerle bırakacağı onarılmaz yaralar, yaşadığımız sürece bizimle kalacak. Hatta atalarımızın yaşadıkları travmalar bizlere nasıl miras olarak geçmişse, filmleri aratmayacak olan bu dönemimiz de gelecek kuşaklara miras olarak aktarılacak…
Keşke yaşanmasaydı böyle bir salgın dönemi ama olumlu olarak kattığı şeyler de yok değil bu felaketin! Bakış açılarımızı değiştirmesi, kendimize ait bir dolu özelliğimizi keşfetmemizi sağlaması gibi birçok konuda iyi bir öğretici oldu değil mi? Öncesinde, günlük yaşantımızda sıradan olan; bir kafede arkadaşımızla çay, kahve içerek sohbet etme eylemimizin, sevdiklerimize sarılabilmemizin, nasıl özgürlük alanımız olduğunun farkına bile varmamışken, şimdi hayretler içerisinde değerini anlamış bulunmaktayız. Yapmak isteyip de hep bir bahane ile ertelediğimiz şeyler, ihmal ettiğimiz sevdiklerimiz, gitmek isteyip de sudan sebeplerle eyleme geçirmediğimiz seyahatlerin pişmanlığı ile hayatın yarın değil bugün olduğunu algılamamıza vesile oldu…
Kendi kabuğumuza çekilmek zorunda kaldığımız bu dönemde; internette, sosyal paylaşım sitelerinde zaman geçirme sürelerimiz eskiye oranla fazlasıyla artmış bulunuyor. Ben de bir süredir,(salgın öncesinden) sanal ortamlara daha az zaman ayırmalıyım ama nasıl diyerek yöntemler arıyordum. İnternet ve akıllı telefonlar ile hayatımızın merkezine oturan sosyal paylaşım siteleri, birçoğumuzun zamanının önemli bir bölümünü geçirdiği vazgeçilmezi oldu. Hemen her yaş grubundaki bağımlılarız demek hiç de abartılı olmaz sanıyorum. Ne ile ilgilensem, hangi iş ile uğraşıyor olsam da o işe ara verip, telefonuma kısa bir süreliğine de olsa bakınmak beni rahatsız ediyor. Günün önemli bir bölümünü kapsayan bu durum eskiye oranla, okumak dahil birçok şeye, daha az zaman ayırmama sebep oluyor ne yazık ki. Ara ara sınırlar koyup; “üç, dört saat girmeyeceğim, akşam şu saatten sonra kapatacağım” gibi ilkeleri uygulamaya koyuyorum kendimce.
Bir taraftan bu yöntemler ile irademi sınarken, bir taraftan da bakanların istifalarını, cumhurbaşkanı dahil tüm hükümet yetkililerinin bile memleket meselelerindeki görüşlerini, kararlarını Twitter’dan duyurduklarını biliyor ama hesap açmamakta da direniyordum bir süredir. Bir de ne göreyim, benim direnmem boşunaymış meğerse. Her ne kadar aktif olmasam da salgın dönemi ile birlikte ben de sıcak gündemi takip etmek üzere Twitter’dayım artık. Yani ne kadar direnirsek direnelim akıntıya karşı bir yere kadar kürek çekilebiliyormuş demek ki.
Küresel bir dünyada, kapitalist sistemin de gereği var olmak adına, insanlar bencilleştikçe yalnızlaşma da kendiliğinden geldi doğal olarak. Bu durumu gidermek için olsa gerek sistem; sosyal paylaşım siteleri ile devreye girerek paylaşma ihtiyacımıza bir çözüm buldu! Hem öyle her şeyi her ortamda paylaşarak değil, paylaşılacak konuya göre o siteye yöneliyor; geçiyoruz klavyenin başına. Sevincimizi, üzüntümüzü, öfkemizi, tepkimizi bir
paylaş butonu ile gönderiyoruz evrene… Arkadaşımızın doğum gününü, ölüm haberlerini bu ortamlardan öğreniyor; klavye aracılığı ile tüm kutlamalarımızı yapıyor, baş sağlıklarımızı diliyoruz.
Bir de sosyal medya fenomenliği var ki alınan beğeni sayısı ile bu ortamlardaki başarı ölçütü belirleniyor. “Paylaşmak” ihtiyacı ile birlikte “ilgi görmek” ihtiyacı da karşılanmış oluyor böylelikle. Yani kısaca hayat buralarda akıyor… Tüm bunlar yaşanırken, yalnızlık duygumuz giderilmiş oluyor mu diye sorarsak tabi ki hayır! Nasıl olsun ki? Duygularımızı aktardığımız ekran sanal bir duvar. Bir tuşa basarak hepsinin silineceği, göz teması olmayan, vücut dilini görmediğimiz kalabalık bir arkadaş grubumuzla İletişimde olduğumuzu zannediyor, mış gibi yapıyoruz. Paylaşılan her şey boşlukta asılı kalıyor…
Yıllar önce Özgün adı “Her” olan bize “Aşk” olarak çevrilen sinema filmini izlemiştim. 2013 yapımı yönetmenliğini ve senaristliğini Spike Jonje’nin yaptığı Amerikan filminde; “Karısından boşandıktan sonra bir apartman dairesinde tek başına yaşayan Theodore isimli bir yazar, yalnızlık ve yaratıcılık sıkıntısı çekmeye başlar. Ve bir gün kusursuz bir yapay zeka programı sunan yeni bir işletim sistemi, onu çekici bir kadın olan Samantha ile tanıştırır. Sadece sesten ibaret, sanal bir varlık olan Samantha ile Theodore arasında yaşanan çok tuhaf bir ilişki” anlatılır.
İzlendiğinde, gelişen teknoloji ile birlikte çağımızın yalnızlaşan bireylerini ve değişen ilişkilerini irdeleyerek gülümseten ama bir taraftan da düşündüren bir bilim kurgu filmi olarak iz bırakıyor. Ama tüm sinema filmleri gibi “Her” de yalnızca bir filmdir işte. Hayal gücünün sonu yoktur ve izleyici de kendisiyle özdeşleştirmediği için olabilirliğini düşünmemiştir bile. Tıpkı “Salgın” konulu filmleri izlerken başımıza geleceğini hiç düşünmediğimiz gibi! Umarım ve dilerim ki insanoğlunun sanal dünya ile olan ilişkisi “Her” filminin gerçekleşmesi çılgınlığına kadar dayanmaz..!
Covid19 virüsünden kurtulacağımız ve can cana olacağımız iyi bir yıl olmasını diliyorum…