Süleymancılar kimdir, amaçları ne, nerede ve nasıl örgütleniyorlar?

Röportaj: Sadık Güleç / Gazete Duvar

Türkiye’nin en büyük cemaati olduğu söylenen Süleymancıların başında bulunan Ahmet Denizolgun’un vefat etmesinden sonra yerine ablasının oğlu, 1979 doğumlu Alihan Kuriş geçti.

Süleymancılar yetmişli yıllardan başlayarak kurulan bütün hükümetlere bakan, milletvekili verdiler. Türkiye’nin ‘en kalabalık’ olduğu söylenen ama en az bilinen bu cemaatini avukat Hayrullah Karadeniz anlattı. Yetmişli yıllardan beri cemaat içinde olan, cemaatin kurucusu Süleyman Hilmi Tunahan’ın 1959 yılında ölümünden sonra yerine geçen Kemal Kacar’ın yakınında bulunan Karadeniz, aynı zamanda eski bir asker. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde topçu subayı olarak görev yapan Hayrullah Karadeniz 1988 yılında ordudan kendi isteği ile ayrıldı. Daha sonra hukuk fakültesini bitirip avukat oldu.

Kendisi de uzun yıllar cemaat içinde bulunan Kuran kurslarında, dershanelerde dersler veren Hayrullah Karadeniz, cemaatin lideri Ahmet Denizolgun’un kısa süre önceki vefatının ardından Süleymancılar (Süleymanlılar) cemaati konusunda bir yazı kaleme aldı. Yazısında 12 Eylül ve 28 Şubat dönemlerinde tanık olduğu bazı kritik anları anlattı. Bu yazılar Diyanet’e yakın bir sitede yayınlandıktan sonra büyük ilgi gördü. Avukat Hayrullah Karadeniz Türkiye’nin bu en kapalı cemaatinin geçmişini, kuruluşundan bugüne geçirdiği kritik anları ve bundan sonra olabilecekleri hakkındaki soruları yanıtladı. Süleymancılar merkezde olmak üzere Türkiye’deki cemaat yapılanmaları hakkında dikkat çekici açıklamalar yaptı.

Sizin de içinde bulunduğunuz cemaatin diğer cemaatlere göre daha kapalı bir yapısı var. Cemaatin yakın dönem tarihini biraz anlatır mısınız?

Cemaatlerin ortaya çıkışı şöyle… Malum; 3 Mart 1924’de medreselerin kapatılması ve Tevhid-i Tedrisat -eğitimin birleştirilmesiyle- ile ilgili kanunun çıkarılmasıyla, Osmanlı’nın temel eğitim kurumu olan medreseler devre dışı kalıyor. Türkiye’de İslam diniyle ilgili bir eğitim kurumu kalmıyor. Hocazade Süleyman Efendi Hazretleri (daha sonra soyadı kanunu ile Süleyman Hilmi Tunahan), medrese hocalarının derneği başkanı aynı zamanda. Kendileri ‘dersiam’, yani sonradan ordinaryüs profesör denilen unvana sahip, hem hukuk profesörü hem dini ilimler profesörü. Bu kanun çıkınca arkadaşlarını topluyor, ‘fahriyen devletten izin alıp camilerde dini eğitim verelim’ diye devlete müracaat ediyorlar. İnönü başbakanken, bunun yasak olduğu ve şiddetli bir biçimde “cezayı müstelzim” bulunduğu bildiriliyor.

Bunun üzerine tabiri caizse tek başına, ‘dini kurallar unutulmasın, milleti millet yapan dini inançtır, bugün devletimiz ayakta ise bu dini inancımız sayesindedir’ diyerek, bir ilahi sorumluluk duygusuyla hareket ediyor. Süleyman Efendi Hazretleri kendi aile fertleri ve yakın çevresinden başlayarak 1950’li yıllara kadar kaçak göçek ders okutuyor.

Sonra 50’li yıllarda Menderes iktidarıyla biraz daha serbestlik geliyor, Kuran kursları, dernekler yoluyla organize oluyor. Süleyman Efendi Hazretleri 1959 yılında irtihal (vefat) ediyor. Tabii o zamana kadar yetiştirdiği öğrencilerini Diyanet’in imtihanlarına sokarak devlet kadrosunda müftü, vaiz, imam gibi din görevlisi olarak yer almalarını sağlıyor.

Yaklaşık 20-30 yıllık bir dönemde din adamı yetişmemiş bu memlekette. Hatta imam hatip okullarının açılması, İnönü dönemindedir. Bu okullar Süleyman Efendi’nin bu hareketine karşı, “dini mihraptan kontrol etmek” amaçlı kuruluyor. Yani İslamı ortadan kaldıramayınca, istedikleri gibi bir İslam dini olsun diye. Sonradan iktidarlar döneminde tabii mecrasına giriyor. Bizim insanımız ehli sünnet çizgiden ayrılmıyor.

Yani devlet imam hatip okullarını aslında cemaatlerin gelişmesini kontrol altına almak için mi açıyor?

CHP ile muhafazakâr siyasetçilerin siyaset kavgasında, temelde bu var. İmam hatiplerin açılma sebebi de dini kontrol etmek içindir, dini hizmet vermek için değil. Sonradan imam hatip okulları da dini hizmet veren bir kurum haline geldiler ve o okulları açan zihniyet tarafından kapatılmaya kalkışıldılar. 59’da efendi hazretlerinin irtihalinden sonra, talebesi ve damadı olan Kemal Kacar cemaatin başına geçiyor. Hem din ilimleri tahsil etmiş, hem de İstanbul’da yetişmiş, tam bir İstanbul beyefendisi iş adamı, onun nezdinde cemaat organize olmaya başlıyor. Özellikle Diyanet’te cemaat çok etkin olmaya başlıyor. Bu, 12 Mart darbesi sonrası, 1972 yılında, Diyanet İşleri Kanunu’ndaki değişiklikle Süleyman Efendi’nin talebeleri tasfiye edilinceye kadar sürüyor.

12 Mart hep sola karşı yapılmış bir hareketmiş gibi algılanır ama?

Bizdeki hiçbir askeri darbe sola ya da sağa karşı değildir. Amerika’nın talimatıyla ve onun menfaatine hizmet eden hareketlerdir. O zaman Tayyar Altıkulaç, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı’dır -onun projesiyle- bu operasyonlar yapılıyor.

Avrupa’ya camilerle açıldı

Yani cemaate bağlı olduklarını düşündükleri imamları tasfiye ediyorlar…

Müftüyü alıyor mesela Tunceli’ye kayyım diye atıyor, istifaya zorluyor. Hocalar üzerinde büyük baskı olunca Kemal Bey de kendi sözünü dinleyen hocaların istifa edip ayrılmasını istedi. Bu tarihe kadar, sadece “Kuran kursu” hizmeti veren bir cemaat iken, lise, daha sonra da üniversite talebelerine yurtlar açmaya başladık. Tabii Milli Eğitim’in kontrolü altında… Ama o yurtlar insanları yedirip içirmek için değil, dini eğitim vermek için açıldı. Devlet ise bunu bölücü/irticacı bir hareket olarak görüp takip ediyordu. Yetmişli yıllarda camiler yoluyla Avrupa’ya sonra seksenli yıllarda dünyanın birçok yerine yayıldı. Yaklaşık yüz civarında ülkede, camiler yoluyla, oralarda yaşayan Müslümanların çocuklarına dini eğitim verilerek, daha çok da Türkiyeli Müslümanların yaşadığı ülkelerde organize olundu.

Yani Almanya’nın işçi ihtiyacı oluyor. Buradan işçi yolluyorlar. Ama, ‘Bunlar dini inançlarını nasıl yerine getirecekler?’ diye kimse düşünmüyor. Burada Süleymanlılar bu ihtiyacı karşılıyor.

Bu işin cemaat hikayesi böyle… Ayrıca Süleyman Efendi Hazretleri Nakşi tasavvuf yolunun bizim inancımıza göre son mürşidi. O cemaat içerisinde biz buna inanırız.

Burada ‘mürşid’den kastedilen ne? ‘Şeyh’ ve ‘mehdi’ tartışmaları var, benzer bir şey midir?

Tasavvufla alakadar olanlar, -gerek içinde olanlar gerekse ilmini yapanlar- bilirler ki zaten İslam dünyası içinde tasavvuf, dini yaşayışın doktorası, ihtisası gibidir. Osmanlı döneminde bunlar sistemliydi. Mesela Bektaşilik bir tarikattır. Tasavvuf tarikatler yoluyla yaşar. Bunlar yazılı kültürden ziyade sözlü kültüre dayanır. Nakşi yolu, yani ‘Nakşibendilik’, İmam Muhammed Bahaüddin Şah-ı Nakşibend isimli Buhara’da yaşayan büyük zatın yoluyla maneviyatı yaşayanlara verilen addır. Bugün Türkiye’de tarikat mensuplarının 10 da 9’u ‘Nakşibendiyim’ derler. Çünkü geleneksel olarak İslam tarihi içindeki peygamberin sünnet yoluna, Hz. Ebubekir’e dayanır. İmanımız odur ki, peygamberimiz son peygamberdir. Peygamberlerin tebliğ görevi vardır. Cenab-ı Hakk Kur’anı Kerim’de buyuruyor mealen; “Seni ben şahit, müjdeleyici ve denetleyici, olarak gönderdim.” Müfettişimsin diyor Peygambere (SAV). Kendisi de hadislerde buyuruyor. Peygamberimizin vefatından sonra, peygamberimizin dönemindeki kuralların günün şartlarına uygunluğunun sağlanmasında, adapte edilmesinde, (dinin ihyası) peygamberimizin varisleri olacağını kendisi haber veriyor.

Bir hadis-i şerifinde buyuruluyor ki, “Benim ümmetimin (bazı) alimleri (bütün alimler değil) eski peygamberler gibidir.” Mesela Musa A.S., kendine kitap indi (Ulül-Azim Peygamber) fakat ona bağlı olan yardımcıları vardı. Mesela Harun Aleyhisselam ve başka yerlerde de Kuran’da adı geçmeyen yardımcıları vardı. Bu hadis-i şerifin manası; “Benden sonra bazı insanlar gelecek, bu insanlara Cenab-ı Hakk’ın verdiği ilimle manevi bir bağ ile bana bağlı olarak, eski peygamberler gibi görev yapacak.”

Bu görev yapacakların sonuncusu da kıyametten evvel, Hz. Mehdi isimli bir zat… Bu zamanda herkesin mehdilik iddiasında bulunmasının sebebi de budur. Yani peygamber değildir onlar, peygamber vekilidir, varisidir.

Yani mürşitler peygamber vekili olarak görülüyor. Anladığım kadarı ile de Süleyman Hilmi Tunahan’ın da ‘son mürşit’ olduğuna inanılıyor?

Mesela ordu komutanının rütbesi ne olur? Orgeneral… Peki bütün orgeneraller darbeci çıktı hepsini attık, ordu komutansız mı kalacak? O zaman devlet bir alt rütbedeki subayı yerine vekaleten atar. İşte bu mürşit dediğimiz zatlar da peygamber vekilidir, rütbesi peygamber değildir ama görevleri peygamberinki gibi insanları irşad etmektir (aydınlatmaktır). Mürşit kelimesi de irşat’tan, dinen aydınlatmak, doğru yola davet etmekten gelmektedir. Mürşit, “irşat eden” demektir Arapça’da.

Tasavvuf yollarının inancında ilk mürşit olarak, ilk “varisünnebi” de denir buna Hz. Ebubekir ve Hz. Ali efendilerimiz gelmektedirler. Hatta hani mehteranların bir nidası vardır; “üçler, yediler, kırklar adına huu diyelim…” diye

Üçler; birincisi ‘kutbul aktab’dır, ikincisi ‘gavsul azam’dır, üçüncüsü ‘kutbul ula’dır. İşte bu kutbul aktab, aslen peygamberin vekilidir. Buna varisul nebi, mürşid-i kamil gibi isimler verilir. Bütün Ehlullah manen ona bağlıdır. Son gelecek mürşid-i kamil de Hz. Mehdi olacaktır.

İlk döneme ilişkin anlattıklarınızda; yasaklar var… Buradan cemaat ve dini oluşumlar kendilerine bir yol çizip var olmaya çalışıyorlar. Var olan duruma kendilerini uydurmaya çalışıyorlar. Yurt dışındaki ihtiyaçlar gideriliyor. Ama devletle şöyle bir paralellik görülüyor: Devlet bunları denetlemeye ve görmeye çalışıyor, bir yandan onlar da devlete karşı mesafeli duruyorlar, fazla karşı karşıya gelmeme gayretindeler. Ama sonraki dönemde işler biraz değişiyor gibi.

Diğer cemaatlerin de anlayışını biliyorum az çok… İçinde bulundum, dışında bulundum. Süleymanlı cemaatinin tarihçesini kısaca arz ettim. Dışarıdan bakınca cemaatler ve tarikatler aynı anlamda kullanılır. Tarikatlar, bütün İslam’ın ilk çağından itibaren olageldiler. Cemaatler Türkiye’ye mahsus, Batı’da bu tabir Hıristiyanlarda vardır. İslami cemaatler Türkiye’de Cumhuriyet’le beraber ortaya çıktı. Bunların bir kısmı, Osmanlı’daki bir kısım tarikatların cemaatleşmesi ile gerçekleşti.

Yani bir çeşit maddi yapıya büründü. Osmanlı’da tasavvufi bir yapısı vardı. Devletin de koruması altındaki ilim, zikir merkezleri, dervişleri vardı. Devletin tanıdığı tarikat mensupları askere alınmazdı. Onlardan vergi alınmazdı, böyle bir statüleri vardı. Osmanlı’da tekke ve zaviye bunların mekanlarıydı. Medreseyle beraber tekke ve zaviyeler de kapatıldı. Batıdan (Hıristiyan dünyasından) bize enjekte edilen bir inanç vardır; daha çok bizdeki Laikçi Kemalistler dillendirir; “Din, Tanrı’yla kişi arasındadır”, fakat İslam’da öyle değil, yatak odanıza bile hükmediyor İslam. Ve o dini –İslam’ı- tam yaşamak için devlet bulunması lazım.

‘Cemaatler yeraltındaki dini devletçiklerdir’

Süleymancıların Cuma namazlarını devletin camilerinde kılmadıkları söylenir?

Cuma namazı, bizim dinimizin temel hükümlerinden birisi ve şartları vardır. Vücubunun şartları vardır. Mesela hastaysa, seferiyse, dışarıda hayati tehlike varsa, bu adama Cuma namazı farz değil. O öğle namazı kılacak.

Bir de sıhhatinin (geçerli olmasının) şartları vardır; mesela Cuma namazının sağlıklı olabilmesi için devlet başkanının (Halifenin) “Burada Cuma namazı kılınır demesi lazım. Oradaki imamı da devletin tayin etmesi lazım. Devlet deyince kim? Devlet adına tüm insanların halifesi (ne demek; yerine bakan demek). Cenab-ı Hak, insanın her birini kendine halife kılmıştır. Sosyal hayatta da Allah’ın bize verdiği halifelik yetkisini seçimlerle bir dini halifeye devrediyoruz. Devlet başkanına veriyoruz. Buradan şunu anlıyoruz devlet olmadan Cuma namazı olmaz. Ama 1923’de öyle bir devlet gelmiş ki dini yasaklıyor. Yani rakı masasında müftü tayin eden devletin atadığı imamla mı Cuma namazı olacak? Atatürk’ün cenaze namazının nasıl kılındığını bilir misiniz? Öldüğü zaman Dolmabahçe’de Diyanet İşleri Başkanı sanırım Şerafettin Yaltkaya, ‘Namazı kılalım’ diyor. Fevzi Çakmak falan da var. ‘Tanrı uludur’, ‘tanrı uludur’ diyor, ‘selam size’, ‘selam size’ diyor. Böyle bir cenaze namazı ya da Cuma namazı beni tatmin eder mi? Etmez. Peki başka devlet var mı? Yok. Öyleyse ne yapacak Müslüman? Dini işleri için devlete güven kalmayınca. Cumhuriyet dönemi, dini olarak biraz Selçuklu devletinin dağılmasından sonraki döneme benzer.

Dini cemaatlerin bazıları hocaları etrafında toplanmasıyla -Nurculuk ve Süleymancılık gibi- (Bu isimler Devlet tarafından bu cemaatlere biraz da aşağılamak için verilmiş isimlerdir), bazıları da var olan tarikatleri cemaate dönüşerek ortaya çıktı. Anadolu Selçuklusundan sonraki Osmanlı Beyliği, Karesi Beyliği, Germiyanoğulları Beyliği gibi… Yani cemaatler yeraltına inmiş dini devletçiklerdir.

Bugün gelinen noktada hâlâ böyle mi bakılıyor?

Ne zaman ki devlet dine karşı olan tavrını değiştirip her türlü dini faaliyeti destekler hale geldi, bu artık değişti. Bu özellikle AK Parti döneminde başladı. Askerlerin etkisinin azaldığı 2010 Anayasa değişikliğinden sonra dini hizmetlere karşı bir baskı var diyebilir miyiz? Bırakalım Sünnileri, diğer inanışların, (Şiilerin, Alevilerin, Caferilerin) üzerindeki baskılar da kalktı. Dolayısı ile bugün cemaatlerin, “devlet hüviyeti” taşıma misyonuna ihtiyacı kalmadı. Bu 1940’larda böyle miydi?

Sizin yazınızda anlattığınız ‘devletle ilk bir araya gelme’ 12 Eylül sonrası gerçekleşiyor…

27 Mayıs darbesinden sonra devletin kendisine tehlike olarak gördüğü bir “Nurculuk” bir de “Süleymancılık” var. Bir yandan da göstermelik de olsa bir demokrasi var. Bir yandan cemaatler sağ partilerin oy deposu. Demirel’in Adalet Partisi’nin oy deposu. MHP dahi yetmişli, seksenli yıllarda cemaat ile çok yakınlaştı. Rahmetli Türkeş’in Kemal Bey Abi ile iyi ilişkileri vardı. Ama cemaat MHP’ye oy vermedi. Niye vermedi? Verirse marjinal bir partiye odaklanmış olacağını, hedef haline geleceğini düşündü.

Peki o yıllarda yekpare şekilde ‘şunu destekleyelim’, ‘buna oy verin’ şeklinde bir tutum var mıydı?

Yetmişli, seksenli yıllarda bütün mesaimizi dini hizmetlerin ileri gitmesi için harcıyorduk. Kuruluşumuzda Süleyman Efendi’nin verdiği mesaj şudur; “İnsanlar sel gibi cehenneme gidiyor. Bizim maksadımız sel gibi cehenneme akıp giden Ümmeti Muhammed’in evladından kurtarabildiğimizi kurtarmak olmalı.” Bu devirde gençler din dışı hayata özendiriliyor, birinin çocuğu içki içse “vay oğluma ne güzel içiyor” diyor. Süleyman Efendi’nin devleti ele geçirmek gibi bir hedefi asla olmamıştır. “Daha çok ulaşabildiğimiz insanlara temel dini eğitimi verelim dini hayatı yaşatalım…” Amacı bu olmuştur.

Mesela şu anda ismini vermeyeyim, iki büyük bürokrat bizim cemaatte yetişmiştir. Ama cemaatte ‘paralel şekilde devleti ele geçirelim’diye bir anlayış hiç olmamıştır. Bizden mezun olur, halka karışır.

‘CHP’ye oy verin dendi ama olmadı’

Ama bir yandan yurtlar, Kuran kursları, okullar açıyorsunuz. Dolayısıyla devletle işiniz var. Yani bu hizmetleri yapmak için en iyi çalışabileceğinizi düşündüğünüz bir partiye destek vermiyor musunuz?

Tamam devletle işimiz var. Adalet Partisi döneminde benim kursları açmama, dernekleri işletmeme biraz gönülsüz de olsa izin veriyor. O da askerlerin izin verdiği ölçüde. Biz de iktidar olmaya yakın ve dine düşman olmayan kitle partilerine oy verdik. Mesela bizim tespitimize göre Demirel masondur Müslüman değildir. Biz onun mason olduğunu biliriz. Fakat kurumsal olarak dini hizmetlere karşı duramaz. Çünkü onun oy deposu sağ kesim.

Kemal Bey Abi derse ki, ‘Adalet Partisi’ne oy verin, verilir. Ki demiştir de. Ne zaman der? Seçimlerden kısa süre önceden bildirilir. Hiç firesiz veririz. Özal’da da öyle olmuştur. O zamanlar doğrudan oy potansiyelimiz yüzde biri geçmezdi belki. Ama etkilediğimiz oylarla yüzde onu bulabiliyorduk.

Köylerde başka bir teşkilat yok. Orada cemaat mensubu hoca köylüleri toplayıp kime oy vereceğini söylediği zaman etkili olabiliyor. Ya da muhtar, hocaya ‘Kime oy verelim?’ dediği zaman, oylar oraya verilebiliyor. Bunun tek istisnası CHP oldu. Son 16 yıldır CHP’ye oy verilmesi de istendi. Ama oylar CHP’ye akmadı.

Mesela hangi seçim döneminde?

2011-2014 seçimlerinde. Yerel seçimlerde Antalya gibi bir yerde CHP’ye oy verildi. AK Parti’ye ‘düşman’ dendi. Ama buna rağmen cemaatin tabanı AK Parti’yle iç içe geçmiş olduğu için en az yüzde ellisi yine AK Parti’ye oy verdi.

Muhafazakar bir kitleye bunu nasıl açıklıyorlar? Sonuçta kendi tabanının gönlü AK Parti’ye daha yakın değil mi?

Benim tenkit ettiğim dönem bu. Ahmet Bey rahmetli (Ahmet Denizolgun) maalesef bir 28 Şubat projesidir. Bahane üretilerek AK Parti karşıtlığını sürdürdüler. Örnek vereyim. Cumhurbaşkanı siyasi kimliği ile siyasi saiklerle bir mesaj veriyor. Ne diyor? “Bizim dinimiz Alevilik, Şiilik, Sünnilik dini değildir. Bizim dinimiz İslamdır.” Cemaat lideri AK Parti’ye oy verdirmeyecek ya. “Gördünüz mü, mezhepsiz” diyor. Dini bir ayrılık yaratıyor. “Ahmet Bey abimizin sözünde hikmet vardır” diye inanıyorlar. Cemaatin başındaki zatın (Cemaat eşittir Devlet inancıyla) Ululemr olduğuna inanılır. İslam’da Ululemre itaat farzdır.

Uzun yıllar lider Kemal Kacar’ın yanında bulunan eski subay ve avukat Hayrullah Karadeniz Süleymancılar’ı anlatmaya devam ediyor… Cemaatte liderliğin aile içinde kalmasının nasıl sağlandığını anlatan Karadeniz, Gülen cemaatinin tasfiyesinin ardından devlette kadrolaşacak cemaatlerin hangileri olabileceği, Süleymancıların bunlar arasında olup olmayacağı konularında da açıklamalarda bulundu. Karadeniz, devletin cemaatler için bir ‘uyarı’da bulunacağını da ifade ediyor.

12 Eylül’den sonra önce cemaat liderini hapse atıyorlar. Sonra biraz iyi polis kötü polis oyunu oynanıyor. Ona bir teklifle geliyorlar. Kemal Kacar o dönem neler yaşıyor?

Doğrudan cemaat liderlerini hapse attılar. Kemal Bey yakalandı, 11 ay kadar Antalya’da cezaevinde kaldı. İdamla yargılanırken beraber cezaevine gittiği kişiler de dahil olmak üzere hepsi serbest bırakıldı. Cemaatin bütün mallarına el koymak için kararname hazırlanmıştı. Özal dahil bakanların tamamı imzaladı. O zaman Özal başbakan yardımcısıydı. İnançlı bir insan ama, devletin zorlaması… En son Adalet Bakanı Cevdet Menteş’e bıraktılar. Sol kökenden gelen bir bakandı. Yani kahramanca Kenan Evren’e direndi(!). Oradan da öyle bir şey çıkardılar. Bizim cemaatte o yüzden Cevdet Menteş’e sempati oluşmuştur. (FETÖ’nün Kasım Gülek’i veya Bülent Ecevit’i gibi bir şey…)

Ben o zaman orduda yüzbaşıydım. Tabii Süleymanlı olduğumu söylemiyorum. Ama sivil hayatımda cemaatin kurslarına gidiyorum, geliyorum. İstanbul’da görevli olduğum zaman Kemal Abi’yi görür sohbetlerine katılırdım. Cemaatin büyüklerini tanırdım. Rapor alır, bir iki ay, cemaatin yurtlarında İngilizce, fizik, matematik dersleri verirdim. Fakat bu olayın olduğu tarihte Ardahan’da görevliydim. İzinli olarak İstanbul’a geldim.

Kacar’la nasıl buluştunuz?

Hapisten çıktıktan sonra Sultanahmet’de bulunan büroda kendisini ziyaret ettim. Odaya kimsenin alınmamasını istedi. Sonra bana, ‘seninle bir sırrımı paylaşacağım. Bu sırrımı cemaatte H. Kumaş dahil paylaşacak kimsem yok’ buyurdu. İstihbaratın yani MİT’in kendisini cezaevinde bir anlaşmaya zorladığını kendisinin de bu anlaşmayı kabul etmek zorunda kaldığını belirtti. Kemal Bey ağabeye iki durumdan birini tercih etmesi teklif edilmişti. Ya kendisi ve 16 idareci/hoca arkadaşı ortadan kaldırılacak ve cemaatin bütün mülküne el konulacak ya da cemaatin tasfiyesi ve askeri idarenin emrine girmesi için idare ile işbirliği yapacaktı. Eğer bu anlaşma sağlanırsa, “Amerika veya Türkiye’de” en yüksek seviyede imkanlara haiz bir dünya hayatı garanti edilecekti. Büyük miktarda para da teklif ediliyordu. Kemal ağabey; “Ben bu anlaşmaya gönülden nasıl evet derim. Ama kabul etmediğim taktirde bu kişiler söylediklerini yapacak güçte ve kararlılıktalar. Bu sebeple anlaşmayı kabul ettim ve bu şekilde tahliye edildim. Diğer arkadaşlarımız da serbest kalacaklar. Bundan sonra artık bu anlaşma çerçevesinde neyi ne kadar ve nasıl yapabileceksek öyle olacak…

‘Anlaşma, Aksoy vasıtası ile oldu’

Bunu sizin gibi o zaman cemaatte çok etkin olmayan birine neden anlattı?

Bu soruya ancak yorum yapabilirim… Birinci sebep; hizmetin organik olarak içinde olan birine anlatamazdı. Cemaatin ermiş olarak gördüğü kişi askerlere boyun eğmiş olurdu. İkinci sebep; Kemal Bey Abi bunu hocalardan veya idarecilerden kimseye söylerse bu dışarı sızar ve anlaşmayı da ifşa etmiş olurdu. Peygamberlerin bile sırdaşları olmuştur. Bu insani bir tavırdır, vicdani rahatsızlığını biriyle paylaşmak ihtiyacı gibi. Bir de zamanı geldiğinde bilinmesinde hayır görmüştür. Gerçek sebebi kendisine malumdur. Güvendiği bir asker kişi olmam, bir de yeni serbest kaldığında ziyaretine giden kişi olmam beni tercihinin sebebi olabilir. Bilemiyorum. Bu anlaşmanın Muammer Aksoy vasıtası ile gerçekleştiğini düşünüyorum.

Muammer Aksoy gibi sol kimliği ile bilinen birisi ile bu ilişki nasıl kuruluyor?

12 Eylül’den önce Muammer Aksoy CHP senatörü, Kemal Bey Abi de Adalet Partisi’nden milletvekili. İkisi de Meclis adına Türkiye’yi Avrupa Parlamentosu’nda temsil ediyorlar. Bizim de Avrupa’da derneklerimiz var. Devlette imkânları olan bir devlet değil. Kemal Bey Abi Avrupa Parlamentosu üyesi olarak Strasbourg’a gittiği zaman, Muammer Aksoy da senatördü. Oradan tanışıyorlar. Mesela oralarda Atatürk’e laf söyletmezdi Kemal Bey Abi. ‘O bizim milli değerimiz’ derdi dışarıya karşı. Ama içeride kesinlikle karşı çıkardı. Atatürk’ü sevmediğimizi herkes biliyordu. Muammer Aksoy sanki Kemal Bey Abi’ye bir haksızlık yapılmış gibi onu savundu. Kemal Bey Abi’nin avukatlığını yaptı. Ben diyorum ki irtibatı oradan kurmuşlardır. Tabii bu benim yorumum.

Kacar’ın vefatından sonraki süreç nasıl oldu? Cemaat liderliğinin akrabalık ilişkisi içinde kalışı nasıl sağlandı?

Kemal Kacar’dan sonra (2000 yılında) Ahmet Denizolgun cemaatin başına geçti. Aradaki akrabalık ilişkisi nedir? Üstadın iki kızı var, oğlu yok. Kemal Abi büyük kızı ile evliydi. Yani Süleyman Efendi’nin büyük kızından dolayı damadıydı. Bir de küçük kızı ile evli Kamil Denizolgun abimiz vardı. Onun da iki oğlu bir kızı vardı. Büyük oğlu Mehmet Denizolgun, Süleyman Efendi’nin de torunu oluyor. Bu arada Kemal abinin çocuğu yok. Bu arada eşi, yani Süleyman Efendi’nin büyük kızı 1980 yılında vefat etti. Hayatta kim kaldı? Küçük kızı ve torunları kaldı. Küçük damat Kamil bey yani. Onun da oğlu geçenlerde vefat eden Ahmet beydi. Onun kızkardeşinin oğlu da şimdi cemaatin başına geçirilen Alihan Kuriş.

Başlangıçta cemaatin başına geçenlerin dini bir liderlik vasfı var. Peki sonra ne oluyor da bu akrabalık ilişkileri ön plana geçiyor? Yapı artık aile etrafında mı örülüyor? Yani maddi ilişkiler, kurumlar artık aileyi mi ön plana çıkartıyor?

Üstad mürşid yani peygamber varisi değil mi? Üstadın evlatlarına da peygamberin Ehli Beyti gibi kutsiyet atfedilir. İşin mistik tarafı bu. Maddi tarafı ise şöyle, cemaat dev bir holding, maddi menfaatler var. Cemaatin önde gelen hocaları var. Bazıları imam der bizde ‘idareci’ denir. Bir zamanlar bölge idarecilerinin tamamı Süleyman Efendi’nin talebelerinden oluşurdu. Daha sonra Kemal Bey Abi’nin döneminde benim tespitime göre derin yapının baskısıyla Süleyman Efendi’den ders görmüş talebelerin hemen tamamı tasfiye edildi.

Eskiye gidersek daha iyi anlaşılır. 1959 yılında iki büyük hoca vardı. Bunlardan birisi Antalya’ya Süleyman Efendi’nin icazeti ile giden orada ders okutan Mustafa Çırpanlı. Birisi de geçenlerde vefat eden Hüseyin Kaplan Hocaefendi. O İstanbul’da okutuyor, diğeri Antalya’da.

Süleyman Efendi Hazretleri vefat ettiğinde Damadı Kemal Kacar ticaretle uğraşan birisi. Üstadın aile fertlerinden biri, onun etrafında ama Kuran kurslarından gelen birisi değil. Bu Çırpanlı Hocaefendi daha yaşlı daha itibar gören birisi. Bütün hocalar onu öne çıkarıyorlar. Yani onun idareciliğini kabul ediyorlar. Bu onu şeyh yapmıyor. Fakat o, Süleyman Efendi’nin şahsından dolayı ‘bu aile bağları ile de güçlenirse daha iyi olur’ diye düşünüyor olmalı ki, “Aldım, kabul ettim” deyip idareyi Kemal Bey Abi’ye tevdi ediyor. Kemal Bey Abi’nin baştan bunu kabul etmediği söylenir. ‘Beni bu işe sokmayın’ diyor. Başlangıç yıllarından itibaren Kemal Bey Abi’nin böyle dini bir kisve iddiası hiç olmamıştır. ‘Abi’ denmesinin sebebi de budur. Herkes Süleyman Efendi Hazretleri’nin doğrudan bağlısı evladıdır. Bizim için kıyamete kadar bu böyle devam edecektir.

Kemal Bey Abi vefat edince cemaatin birliğini sağlayacak bir Hocaefendi kalmadı. Bir çoğu cemaatten dışlanmış, geriye kalanlarda ise liderlik vasfı bulunmuyordu. Cemaati ancak Üstazın ailesinden birisi toparlayabilirdi. Zaten Ahmet Bey de bu makam için belli güçler tarafından hazırlanmıştı.

Benim anladığım Kemal Bey’in askerlerle ilişkisi biraz zorunluluktan kaynaklanıyor. Fakat sonrasındaki ilişki biraz daha farklı. Ahmet Bey’le birlikte girilen ilişki daha iç içe geçen bir ilişki.

Ahmet Bey cemaatin içinden gelmediği için onun içindeki ilişkileri bilmezdi. İkili görüşmelerimizden anladığım kadarıyla, Ahmet Bey meseleye şöyle bakıyordu: “Bu benim dedemin mirasıdır, bu mirasın da hak sahibi benim.” Biraz da çocukluğundan beri, etrafındakiler ‘üstadın torunu’, ‘evliya’ vs. gözüyle bakıyorlar cemaat içinde. Bizleri -cemaatleri-, siz gazeteci ve entelektüel kesim olarak yeni sorgulamaya başlıyorsunuz. Ama CIA ve MOSSAD meseleye başka bakıyor. MOSSAD bir adamını yollayıp cemaatin kurslarında okutup hoca yapıyor, veya küçük yaşta irtibat kurup kendi adamı yapabiliyor, cemaati içeriden tanıyor, bu yapıya göre de plan program yapıyor. (Lawrence örneğinde olduğu gibi.) Biliyorlar ki bu cemaatin içinde “ehli beyt’ten gelenlere” karşı bir sorgulamasızlık var, “Bunu ben bir de bakan yaparsam milletin önüne koyarım, herkes ‘büyük evliya’ diye kabul eder”. Aynen de böyle olmuştur.

Bir de cemaatte devletle direkt karşı karşıya gelmeme çabası mı var?

Tüm cemaatleri devlet bir tehlike olarak gördü. İrticai faaliyetler olarak izledi. Devlet dediğin de yakına kadar NATO ordusu silahlı kuvvetlerdi. Bizim silahlı kuvvetlerimiz NATO döneminde Rusya’ya karşı yapılanmış, ama sonra bütün işi gücü iç politika olmuştur. İç politikadaki düşmanı da irticadır. Bu da, “Nurculuk”, “Süleymancılık” başta olmak üzere cemaatler ve tarikatlar. Dolayısıyla cemaat mensubu iki şeyle yetişiyor. Bir; bu devlet din düşmandır, iki; vakti geldiğinde bu devleti elime geçireceğim. Bu anlayış bütün cemaatlerin temelinde vardır. Ama en azı Süleyman Efendi cemaatindedir. Çünkü, bizim gayemiz Süleyman Efendi’nin başlangıçta söylediği, “Cehenneme sel gibi akan Ümmeti Muhammed’in evlatlarına dini öğretmektir.” Süleyman Efendi’nin şöyle bir yaklaşımı vardır; “Siz başka bir şeyle uğraşmayın. Yani devletin başına o gelmiş bu gelmiş sizi ilgilendirmez. Vardığınız yerlerde Kuran kursu açacaksınız dini öğreteceksiniz.” Cemaat buna şimdiye kadar bağlı kaldı.

‘Büyük Yapı’da neler var?

Hep ‘büyük bir yapı’dan söz ediliyor. Bunu biraz açar mısınız. Yani neler var bu yapının içinde?

Dediğim gibi Süleyman Efendi’nin ana mesajı, “Cehenneme sel gibi giden ümmetten kurtarabildiğini kurtarmak. Bunun yolu da bizim kurslardan yetişen insanlar vardıkları yerlerde Kuran kursları açsınlar.” Ya ilminizle ya paranızla hizmet edin. Geri kalanla yani siyasetle falan meşgul olmayın. Bizim çizgimiz bu. Dolayısıyla bizim cemaatte kapıdan giren vali ile zengin ile mesela Vehbi Koç’la sıradan biri arasında fark yoktur. Vehbi Koç gelmiştir de ondan söylüyorum. “Yahu ben milyonlar akıtıyorum bizim yurtlarımızda bu düzeni sağlayamıyorum” dediğine ben tanık olmuşumdur. Yani vali ile köylü arasında fark yoktur. Önce sırf kitapları dışarı bastıramıyoruz diye Fazilet Yayınevi kuruldu. Bir anonim şirket olarak kurulmuştu. O şirket dışında şirketimiz yoktu bizim. Sonra 1991 yılında Hilal Denizcilik diye bir şirket kuruldu. Daha sonra Ahmet Bey döneminde hastane (Hisar) açıldı. Maddi gücümüz daha çok yurtlardan kaynaklanır. Mesela seksenli yılların başında Türkiye’de üç bin civarında yurdumuz vardı bizim. Bu yurtlar da daha çok Anadolu’daydı. Bizim hemen her Sünni Müslüman köyünde bir Kuran kursumuz veya cami hocamız vardı. Daha sonra bu Kuran kursları yurtlara dönüştürüldü.

Daha sonra biçki dikiş kursları açıldı. Mesela İslam tarihinde ilk kadın kurslarını bizim cemaat açtı. İslam tarihinde başka örneği yoktur. İlk yatılı kız kuran kurslarını biz açtık. Daha sonra bu yurtlar Avrupa’ya ve Türkiye’nin her yerine yayıldı. Daha sonra hastaneler ve marketler açıldı. Önce helal gıda temini amaçlı marketler açıldı. Almanya merkezli Et Kombinesi (Tuna) kuruldu. Sonra yaygınlaştı.

Şimdi cemaatin başına geçen Alihan Kuriş gibi insanlara baktığınız zaman öncesinde belki ‘modern’ denilebilecek bir yaşamları var. Peki böyle bir cemaatin başına geçen kişinin dini bilgisinin olması beklenmez mi? En azından dini konularda konuşması, insanları etkilemesi…

Yani sonuçta muhafazakar bir ailede yetişmiş, temel dini eğitimini almış bir insan. Cemaatin başında bulunanın din adamı, hoca olması gerekmez. Doğrusu cemaatin birliğini temsil eden makamdır. Ahmet Bey de bu birliği ve temsil görevini yerine getirmiş, derin baskıların etkisiyle yaptığı icraatler dışında cemaat gelişmiş ve büyümüştür. Bizim cemaatin başındaki makam daha önce de arz ettiğim gibi asla şeyhlik, mürşitlik makamı değildir. Allah yolunda ve Üstazın izinde hizmet eden Cemaatin maddi yapısının birliğini temsil eder. Yeter ki, etrafında istişare kurulu oluşsun ve başa geçen kişi “La Yüs’al” sorumsuz sorgulanmaz bir mevkiye oturtulmasın. Bu yönüyle Cemaatin başına aileden birinin geçmesi bana göre isabetli bir tercihtir. Cemaatin birliği dirliği için.

Alihan Bey’de ‘hoca’ denilecek seviyede ilim olduğunu sanmıyorum. Ama asil bir ailenin iyi yetişmiş bir evladıdır. Bulunduğu makamı hakkıyla temsil edecek durumdadır. Dediğim gibi yeter ki, istişare heyeti oluştursun ve Ahmet Bey’in düştüğü hataya düşmesin, derin ilişkilerin içine girmesin.

İlk iktidara gelmesinden bugüne AK Parti ile cemaat arasındaki ilişkilerin çok gelişmediği söylediniz. İlişkilerin soğuk olmasının sebebi ne?

Ben bu ilişki biçiminin Ahmet Bey’in hür iradesi ile karar verdiği bir ilişki olduğunu düşünmüyorum. Yeni dönemde bunun düzeleceğini ümit ediyorum.

Süleymancıların Fethullah Gülen ve diğer cemaatler ile ilişkisi nasıldı peki?

Bizim cemaat kapalı devre yaşıyor. Son zamanlarda tamamen içine kapandı. Diğer cemaatlerle hemen hiçbir ilişkimiz yok. FETÖ ile ortak yönümüz ise AK Parti karşıtlığı idi…

Yeni dönemde devletin stratejisi ne olur cemaatlerle ilgili?

Ben şahsen cemaatlere, “Siyasete ve devlete karşı durmaya kalkma, bir de dinin ana akideleri üzerinden bozuk itikatlar oluşturma, yoksa müdahale ederim” uyarısı yapılacak devlet tarafından diye bekliyorum.

Dışarıda da, “FETÖ’den sonra AK Parti artık, Süleymancılar ve Menzil gibi cemaatleri destekleyecek, devlet kadrolarını bunlara açacak” gibi söylentiler var.

Elde kalan bürokratlar, mantıklı olarak kendine düşman olmayanlar arasından seçilir. FETÖ’yü aradan çıkarırsa geriye onlar kalıyor. Diğer cemaatler de çok muhalif değildir zaten, Mahmut Efendi, Menzil, İskender Paşa cemaatleri AK Parti’ye yakın duruştalar. Bizim cemaatin mensuplarında politize olma hali yoktur. Ahmet Bey’in de tavrı buydu. ‘Sen bana karışma ben de sana karışmayayım’. Ama ona baskı yapıp oraya getiren kuvvetler, AK Parti’nin karşısında olanlara oy vermesini sağladılar. Arada bir mesaj vererek AK Parti karşıtlığını canlı tutma gibi şeyler olmuştur. Ahmet Bey kendisi de milletvekili olmak istememiştir. Her seçimde adaylık teklif edildiğini duyuyorduk. Son seçimden bir gün önce açıklama yapmış; “Oy vereceğiniz yeri biliyorsunuz, kursumuzu yıkana oy vermeyin” diye. O derin güç ona bu açıklamayı yaptırmıştır diye düşünüyorum. Cemaat gittikçe bunun zorlama olduğunu görerek, AK Parti’ye doğru kayıyordu. Uyanma potansiyeli olanlara uyansınlar diye ben de bu hatırayı ölümünü vesile görerek açık ettim.

Sizin bir hukukçu kimliğiniz de var. Cemaatlerin iç yapısını da biliyorsunuz. Sonuçta cemaatler Türkiye’nin bir gerçekliği. Ama bir yandan bu yapıların hukuksal bir karşılığının olmadığı eleştirisi de var. Ne yapılmalı. Bir hukuksal altyapı oluşturulmalı mı?

Aslen her cemaatin bir hukuki görünen yönü var, bir de gönül bağıyla oluşan bir yapısı var. Geçmişteki bir mücadele birliğinden oluşmuş bir şey. Şimdi insanlar “Filanca yer bilmem ne derneği” diye dernek kuruyorlar. Aslında orada kumar oynamak için bir yer yapıyorlar. Dernek onların resmi kimliği oluyor, asıl amaçları kumar oynamak… Şimdi bizim cemaatlerin resmi görünen bir yanları var. Dolayısıyla Kuran kurslarının her biri Diyanet’e bağlı, öğrenci yurtlarının her biri Milli Eğitim’e bağlı. Anaokulu ve kolejlerin her biri Milli Eğitim’in denetiminde. Bazı yurtlar İçişleri’nin denetiminde olabilir, tam bilemiyorum mevzuatı. Her biri ayrı dernek ve vakıflar bazında organize olmuş. Hatta bir zamanlar bizim federasyonumuz vardı 12 Eylül’den önce “Kuran kursları federasyonu” diye. Bu bizim resmi yapımızdı. 12 Eylül’den sonra federasyonlar belli şartlara bağlanınca, yani “kamu yararına çalışan dernekler ancak federasyon olabilir” denince bir müddet devam etti, sonunu bilmiyorum… Devletle olan ilişkide, bir hizmet sahasına geçilirken kurallara uyuluyor.

Sivil toplum örgütü gibi yapılanmasıyla bu oluşumun arkasında resmi bir yapı var. Hiçbirisi hayali değil. Devletten alınmış sertifikası, izni hepsi var.

Belki denetim sorunu var?

Burada önemli olan devletin Milli Eğitim’e bağlı okullar, yurtların içinde veya Diyanet’e bağlı Kuran kursları içinde, o kurumun sahasına giren denetiminin yapılması. Kursların ve kurumların hiç gizli bir yönü yoktur. Bir zamanlar biçki dikiş, halk eğitim şeklinde, kız eğitim kuran kursu açtık. Halk eğitimden bir dikiş hocası gelir orada bulunur, odası vardır. Günde bir saat dikiş dersi verir sonra o gidince diğer tarafta Arapça-Osmanlıca medrese dersleri okutulur. Burada hukuki bir boşluk yok. Fakat cemaatler içinde tek adamın çıkıp bütün gücü elinde toplaması bir sorun.

‘Bütün imam hatipliler Erdoğan gibi değil’

Cemaatin Diyanet’le ilişkisi nasıldır, “70’li yıllarda Diyanet’ten çıkarıldı” diyorsunuz, şimdi durum nasıl? Diyanet hocaları ile cemaat hocaları arasında hep bir rekabetten söz edilir…

Bizim dini eğitim sistemimiz Osmanlı dönemindeki gibi. Yani iptidai (ilkokul) ve tekâmül altı (orta öğrenim), tekamül (yüksek okul) diye üç kademeli bir eğitim sistemi var. Açık liseler devreye girdikten sonra, hem Diyanet’te görev almak kolay olsun diye, hem de yurtlar bu statüye kavuşsun diye (yurt olması için öğrenci olması lazım resmi devlet öğrencisi) Açık Öğretim’e kaydedilip oradan İmam Hatip’te okumak lise okumak gibi şeyler yaygınlaştı. Hatta bitirenler arasından ilahiyat okuyanlar çıkmaya başladı. Dolayısıyla Diyanet diploma arıyor ya bizim cemaatin mensupları da kazanmaya başladılar. Ama temelde tarihten gelen rakip olma, çatışma durumu devam ediyor. Bunu nerden anlıyorum? Benim yazımı Diyanet’in haber sitesinde paylaşınca baktım bütün hocalar bir de yorumlar yapmışlar. “Cemaatten çıkan hain bir adam da bizim gibi düşünüyor” diye… Baktım beni de tanınmaz hale getirmişler. Diyanet’in bayağı bir hıncı oluşmuş. Neden? Diyanetin hocaları İmam Hatip kökenli, orada evinde kalıyor, gündüz okula gidiyor. Halbuki dini hayatı Kuran kurslarında yaşayanlar 7/24, gece tesbih namazlarına, sabah cemaatle namazlar. Çocuklarda dini yaşamak manevi bir hal, ilim sahibi oluyor… Ve imam olarak bir yere gittiği zaman Kuran kursundan mezun bir imam halkı cezbediyor. Halbuki devlet memuru İmam Hatip kökenli imamlar ilahiyat mezunu bile olsa halka cazip gelmiyor, çünkü geçmişinde dini hayatı yok. İzne ayrılırken, “İzinde olduğum için cami kapalıdır” ilanı asan imam cemaatte yetişmez.

Anlayamadığım, devlet kökenliler imam hatipten geldiler de diğerleri oradan değil mi ki?

Şimdi, Süleymanlılar da sınavlara girip geçiyorlar ama orada da onlar biliniyorlar. Halk nezdinde Süleymanlı hocalar daha yakın geliyor, dini hayatı çocukken almış temelden… Hepsi R. Tayyip Erdoğan gibi yetenekli olmuyor İmam Hatiplilerin. Devlet memuru gibi işliyor kafa, valinin memuru var müftü de onlardan birisi, imam da müftünün memuru. Bu çatışma oradan meydana geliyor.

Güç Diyanet’in imam hatip kökenli hocalarında, fakat halk öbürlerine daha çok itibar ettiği için kıskançlık var hocalar arasında… Ne demişler; “Hasetliğin onda dokuzu hocalara, bakiyesi tüm insanlara dağıtılmış, hocalar ‘Ondabirdeki payımızı isteriz’ demişler.”