Sevmek; uçsuz bucaksız bir kavramsa, bunu “bir günle kutsamak” böyle dile getirildiğinde önemliymiş gibi gözüküyor fakat birini karşılıksız ve fütursuzca sevmek, zaten alabildiğine anlamsız ve vahşi olan bu modern hayatın tamamını kutsamak değil midir? Birini sevmek, hayatımızı anlamlı kılma çabası değil midir? Zaten her günü böyle yaşamamız gerekmez mi? Fakat günde ortalama 10 saat çalıştığımız, faturalarla, taksitlerle boğuştuğumuz hayat içerisinde, insan sevdiğine ve sevgisine o kadar az zaman ayırır olmuş ki, böyle bir güne ihtiyaç duyulmuş. Bu bizlerin eksikliğini kanıtlamaz mı?
14 Şubat Sevgililer Günü’nün hikayesi, Roma Mitolojisi’ne kadar uzanmaktadır…
Antik Roma’da insanlar, Baştanrıça Juno’yu kutsamak için bu özel günde tatil yaparlardı. Tapınaklara sunular bırakır, Evlilik Tanrıçası ve Baştanrıça Juno’ya dua ederlerdi. Çünkü 15 Şubat, Lupercalia Bayramı’nın ilk günüydü ve bu bayram, Antik Roma’nın genç nüfusu için çok büyük önem teşkil etmekteydi.
Romalılar savaşçı bir kavimdi ve her savaşçı kavim gibi günlük hayatları bir sürü katı kurallar ile sınırlandırılmıştı. Günlük hayat içerisinde flört, kabul edilir bir şey değildi. Toplumda kimin kimle evlenip, aile kuracağına çok eski bir gelenek olan Lupercalia Bayramı’nda karar verilirdi. Şöyle ki; Romalı genç bayanlar, üzerlerinde isimlerinin yazdığı kağıt parçalarını bir kavanoza atarlar ve Romalı genç erkekler ise, bu kağıtlardan birini seçip, talihin kendilerine getirdiği genç bayanla bayram şenlikleri boyunca beraber olurlardı. Bu şenlikler sırasında birbirlerine aşık olan çiftler ise, evlenip dünya evine girerlerdi.
Fakat 3. yüzyılda, imparatorluğun başında zalim diktatör 2. Claudius bulunmaktaydı. Savaştan başka hiçbir şey düşünemeyen Claudius, Hristiyanlığı yasaklayıp, inançlılar için ölüm emri çıkarmakla kalmamış, evliliği de yasaklamıştı. Çünkü savaşçılar, eşlerini bırakıp gitmek istemiyorlardı. Oysa 2. Claudius’a göre, her Romalı erkek, asker olmalıydı; bunun bir alternatifi bile olamazdı; aile kurmayı yasaklayarak askerler arasındaki duygusallığı yani zayıflığı ve disiplinsizliği yok etmeyi düşünmüştü. Çünkü ailesini bırakmak istemeyen bir sürü asker, Claudius’un amaçlarına ters düşüyordu.
Bu emirlere karşı çıkanlar arasında bir isim, hepsinden daha fazla hatırlanmaktır; ölümünden yıllar sonra “Aziz” unvanı alacak olan Papaz Valentinus..
M.S. 270 yılında Valentinus ve Marius ismindeki iki papaz, Claudius’un yasaklarına rağmen köy köy gezerek dini vaazlar veriyorlar, İmparatorun hatalı olduğunu anlatıyorlar ve gizlice aşıkları evlendirmeye devam ediyorlardı. Fakat sonunda yakalandılar ve hücrelere tıkıldılar. Valentinus’un o hücrede yaşadıkları ise, efsaneleşerek günümüze kadar gelmiştir. Rivayete göre; Valentinus, hapishane gardiyanlarından birinin kız kardeşine yardım etmiştir. Gözleri doğuştan görmeyen Julia, abisinin yardımıyla zaman zaman hapishaneye getirilip, Valentinus’la görüştürülürdü ve bu ziyaretler sonrasında gözleri açılmıştı. Bazı kaynaklar, kızın görmeye başladığını söylerken, bazı kaynaklar da Valentinus’un kızı Tanrı’ya yaklaştırdığını ve Tanrı sevgisiyle içindeki sıkıntıyı yok ederek hayatla barışmasını sağladığını yazmaktadır. Kızın iyileşmesini takip eden günlerde, İmparator emrine karşı çıkmış olan Valentinus’un ölüm emri gelir. Papaz, kıza son bir not yazar; Julia hayatı boyunca Tanrı’ya yakın olmalıdır çünkü bu onun tek kurtuluşudur. Papaz, notu “Senin Valentine’ından” diye bitirir. Mektup ertesi gün Julia’ya ulaşır. Takvimler 14 Şubat 270’i göstermektedir. O gün Valentinus, insanları evlendirdiği ve emirlere karşı çıktığı için sopa ile dövülerek öldürülmüştür. Aradan 226 yıl geçtikten sonra ise Vatikan, Valentinus’a “Aziz” unvanı vererek kendisini kutsamıştır. Bu hikayeden geriye kalan “Senin Valentine’ından” notu ise, en çok hatırlanan şey olmuştur. Aziz Valentinus’un bu notu ne düşünerek yazdığı bilinmese de Valentine kelimesi, birçok batı dilinde “hoşlanılan kişi” ya da “sevgili” anlamlarında kullanılır. Aşk ve Valentine kelimeleri arasındaki bağlantı 14. yüzyıla ait kaynaklarda da görülmektedir. 1381 tarihli Parlement of Foules adlı kitaba göre, Fransa'da ve İngiltere'de kuşların çiftleşme günü 14 Şubat olarak kabul edilmekteydi. Günün bu özelliğinden dolayı sevgililer birbirlerine güzel sözler yazan notlar vermekte ve bu notlarda birbirlerine Valentine diye hitap etmekteydiler. Zamanla 14 Şubat sevgililerin, aşıkların birbirlerine aşk mesajları yolladığı bir gün haline gelmiştir. 1800’ün ortalarında Amerika'da Esther Howland'ın ilk Sevgililer Günü kartını yollamasının ardından ise, çok sayıda insanın kutladığı toplumsal bir olaya dönüşmüştür.
Peki bu derecede görkemli bir hikayesi olan Sevgililer Günü’ne, yazının en başında neden karşı çıktım?
Çünkü hikayeden benim anladığım, “14 Şubat” tüm zalimler, bağnazlar ve diktatörler karşısında aşkın ve sevginin kazanacağının ya da insanın bu umudu her zaman taşıyacağının simgesidir. Yani bir eylemdir. Bu bir özgürlük eylemidir. Bu bir başkaldırıdır. Fakat günümüzde kim, Sevgililer Günü’nü bir başkaldırı ve zorbalığa karşı çıkış olarak tanımlıyor? Hiç kimse.. İşte benim karşı çıktığım şey budur.
Eğer bu hikayenin devamıyla gelen bir Sevgililer Günü’nü kabul ediyorsak, o halde bu gün; tüm aşıkların dünyevi işlerden sıyrılıp, birbirlerine teslim olma ve tek ağızdan tüm zorbalara, zalimlere, sevgi ve insanlık düşmanlarına başkaldırdıkları bir gün olmalıdır. Bu gün; dünya halklarının en büyük eylem günü olmalıdır. Ama 14 Şubat, günümüzde en çok kapitalistlerin işine gelen bir gündür, yani zalimlerin, zorbaların, insanlık düşmanlarının.. Şimdi kim çözecek bu açmazı..
Karşı olduğum şey; aşk, sevgi değildir. Sevginizin kapitalistler tarafından kullanılması, sömürülmesidir. Sevin birbirinizi ama dikkat edin, aşkınızın en görkemli günü, insanlık düşmanlarını besleyen bir gün haline dönüşmesin. Hayatınızda bir gün olsun, dünyevi şeylerden, maddelerden, hediyelerden ve tüm o hesapta değerli olan saçmalıklardan vazgeçin ve gerçekten bakın onun gözlerine ve el ele başkaldırın tüm zalimlere.. Sevgiler..