“Bir şey var. Bir şey yok. Sahnede birşeyler oluyor. Sahnede pek de bir şey olmuyor. Ne o öyle? Kendini yere atan bir sürü tip var. O kadar tiyatro tiyatro dediler. Bak bizi getirdiği yere bak. Bu muymuş yani? Arkadaş bu oyun çağdaş tiyatroda nereye düşer? Adı da neymiş, Serbest Düşüş, oldu canım, sen düş, takıl kafana göre, aynen. Hem ne olacak ben de düşerim!”
Hayır canım sen düşemezsin. Sen çünkü yükselmeye meraklısın. O kadar ki ömrünün kısa olduğunu, bu kısalık içinde yaşadığın kültüre, sınıfa, vır vıra bağlı olarak azıcık yaşadığını da fark etmen için büyük trajedilere ihtiyacın var. Hatta o küçük, dram bile olmayan hallerini trajedileştirmeye pek meraklısın. Hani o gündelik karşılaşmalardaki, o aynı zamana doğmuş olmanın ister istemez getirdiği karşılaşmalardaki ilişki biçimlerinin böyle gelmiş böyle geçecek tadında olduğunu sanıyorsun. Hayır kızmıyorum sana. Niye kızayım, bizden önce de yaşadılar bu dünyada, bizden sonra da yaşayacaklar, mesele o değil zaten, mesele tam da bu dünyada bulunma haline katlanma biçimimiz, katlanırken neyi seçtiğimiz. İnsan doğduğu andan itibaren ölmeye başlıyorsa, ölümlü olduğunu fark ettiğinde koskocaman bir oyun alanı açılıyorsa önünde (açıl oyun açıl), oyunu nasıl ve hangi kurallarla oynayacağını da bilmek istemez mi? (Bilse ne olur, bilmese ne olur!)
Salih Usta’nın yönettiği Serbest Düşüş adlı tiyatro eseri Samuel Beckett’in Sözsüz Oyunu’ndan yola çıkıyor, çıkıyor ama çok acayip bir yere varıyor. Oyuncular bir yandan sese ve ışığa tepki verme zorunluluğuyla – tıpkı her sabah güneşin doğması ve akşam olunca batma zorunluluğu gibi— karşılaşıyorlar, öte yandan biz bu zorunluluğa rıza göstererek, bu zorunlulukla karşılaşan oyuncuların arasındaki ilişkilerin şekillenme biçimine de tanık oluyoruz. Madem ortada bir zorunluluk var, o halde zorunlulukla birlikte hareket etme ya da ona karşı hareket etme (ki bu oyunda tam da sese ve ışığa tepki vermemek) gibi seçimler de ortaya çıkıyor. Sürekli, sanki sonsuzcaymışçasına bir fırlatılmaya maruz kalındığında, buna alışmak mümkün, bundan keyif almak, keyif aldığını sanmak ya da bunda bir tuhaflık/anlamsızlık olduğunu sezmeye başladıktan sonra fırlatılmamayı seçme iradesini göstermek ya da oyundan bütünüyle çıkmak da mümkün. Sahnede, ayağa kalkacak hali olmamasına rağmen çaba gösteren tek oyuncunun bütün bu süreç içerisinde sadece bir iki kez öteki oyuncuların dikkatini çekmesi manidar. Ayağa kalkacak hali olmayan oyuncu, ölümlü olduğunu fark etmiş yine de büyük bir iştahla fırlatılmayı kabul edenler için sırf resim bozulmasın diye onu da ayağa kaldırmaya çalıştıkları bir nesne muamelesi görürken, erdemli olmanın hangi aşamada anlamsız görüldüğü ya da neye rağmen erdemli olmaya devam edildiği, hatta bizzat erdemli olma halinin sahneye fırlatıldığına şahit oluyoruz. Serbest Düşüş’de herkes ve her kavram serbestçe, hiçbir hareket engeli tanımadan düşüyor, öyle ki sanki ayağa kalkmak için düşülmüyor da, düşmek için ayağa kalkılıyor. Artık fırlatılmak istemediği halde sahneye düşen oyuncuların çaresizliği tek başına ayağa kalkmaya çalışan oyuncunun çaresizliği ile hem benzerlik hem de zıtlık taşıyor. Aslında bu oyun için söylenebilecek belki de en önemli şey, sahnede o kadar çok şey aynı anda oluyor ve aynı anda o kadar hiçbir şey olmuyor ki oyuncu ve seyirci arasındaki o çizgi de bir an kalkıyor. Tabii bir kez daha düşmek, hatta yönetmen tarafından düşürülmek üzere. Çünkü aslında gönüllülük esasına dayalı düşmek ile zorunluluktan düşmek arasındaki fark herhalde kocaman bir fark olsa gerektir. Tıpkı birini bile isteye düşürmek ya da yanlışlıkla düşürmek gibi. Ya da bir adım daha geri düşersek, bütün bunlara vereceğimiz tepkilerin sınandığı o küçük ayrıntı nerdedir, kimdedir? Zira başka bir olasılık daha var, o da düşmek mi dersiniz?
Serbest Düşüş / KaST Salon
Konsept Tasarım & Yöneten: Salih Usta
Dramaturji: Ezgi Çıtaklar
Müzik: Ah! Kosmos
Afiş Tasarım: Beste Koş
Oynayanlar
Fatoş Özyer
Hakan Dülger
Loic Vertuaux
Melek Tanker
Emir Tekin
Serdar Bakioğlu
Zeynep Sevi Yılmaz
Anıl Ateş
Dilek Altun
Yaratıcı Ekip: İlkay Türkoğlu, Gizem Pilavcı, İmge Uslutekin
Fecri Taşdemir