Kızılbaş...

 Lâdik Akpınar İlköğretmen Okulu’na Giresun, Ordu, Samsun, Amasya ve Tokat illerinden öğrenci alınıyordu. Arkadaşlarımız arasında Aleviler de vardı fakat hiçbir yerde ve hiçbir zaman alevi olduklarını söylemezlerdi. Fakat onların Akkuş, Niksar gibi yerlerden gelenlerin Kızılbaş olduğu bilinirdi. O zaman Alevi sözü bilinmez ve kullanılmazdı. Mezhep tartışması da yapılmazdı.Fakat bu öğrencilere zaman zaman şaka yollu da olsa “Kızılbaş” denildiği olurdu.

Geldiğimiz köylerden bilirdik bu sözü. Bizim Fatsa’da köyümüze komşu bir Kızılbaş köyü de vardı. Daha yukarılarda yaylalarımızın arkasında Niksar taraflarında Kızılbaş köylerinin bulunduğunu da bilirdik. Kızılbaşlar yoksuldular. Bizim komşu köyümüzün kızılbaşlarının hepsi bir ağanın toprağında yarıcı olarak çalışırlar, sele sepet örerler, bizim köylere bunları mısır karşılığında satmak için uğrarlardı. Daha yukarıdakiler ise davulcu ve zurnacılıklarıyla ünlüydüler ve sanatlarını düğünlerde gösterirlerdi.

Kızılbaşlarla kız alıp verilmezdi. Daha kötüsü onların “mum söndü” yaptıklarına, kestiklerinin yenilmeyeceğine inanılırdı. Emeviler zamanında beri olacak, öyle bir inanç yerleşmişti ki, bir Kızılbaş “Müslüman” olmak için önce Hırıstiyan olmalı, sonra İslamlığa geçmeliydi! Bu dışlanmışlıklarına rağmen, Alevilerle sünniler arasında bir mezhep kavgasının olduğunu, onlara karşı bu nedenle kötü davranıldığını hatırlamıyorum. Fakat bulundukları konum zaten iyi değildi…

Öğretmen okulunda bilimin ve hümanizmin ışığı zihnimizi aydınlatıp genişletmeye başlayınca herkesin temel haklara sahip insan ve yurttaş olduğunu öğrendik. 

Okulda Kültür Edebiyat ve Haberleşme Kolu olarak Akpınar adlı bir duvar gazetesi çıkarıyorduk. Ben 1963’te, lise ikinci sınıf öğrencisiyken, burada gazetelerin köşe yazarları gibi günlük yazılar yazma hevesine kapıldım. Yazımı gece mütalaasında yazıyor, yatmadan önce gazeteye iğneliyordum. “17 Nisan Bayramı”, “Niçin Toplumcuyuz?” yazılarımı hatırlıyorum. 

Yazılarım çok geçmeden kol rehber öğretmeninin ve okul idaresinin dikkatini çekmeye başladı ve bunları indirdiler. İndirilen yazılarımın birinin başlığı “KIZILBAŞ!” idi. Yazıda, bazı öğrencilerin alevi arkadaşlarına şaka yollu da olsa Kızılbaş olduğunu hatırlatmasının, hele bunun asla küçümseyici, ayrımcı bir kavram olarak kullanılmasının doğru olmadığını anlatıyordum.

Bu yazımın indirilmesinin nedeni, kuşkusuz öğretmenlerimizin ayrımcı düşünceler taşıması değildi. Onlar, böyle bir sorunun yok sayılmasının daha doğru olacağına inanıyorlardı. Gerçekte var olan bir durum, yazılmasa daha iyi olurdu! Aynen Türkiye’de Kürtlerin bulunduğunu herkesin bildiği, fakat resmiyette bunun hiç anılmaması gibi.

Ben, arkadaşlarım arasında Alevi olduğunu söyleyenlere ilk kez 1965’te er eğitimi yaptığımız Sivas Kabakyazı’da öğretmen arkadaşlarda rastladım. Benim gibi yakın arkadaşlarına bunu alçak sesle bir sır gibi söylüyorlardı!

Aradan 50 yıl geçti. Yavuz Sultan Selim zamanından beri Anadolu’nun kuytu yerlerinde adeta saklanmış, kendi aralarında Pir sultan türküleri söyleyen, yakın zamana kadar cem ayinlerinde kapıya gözcü koyan Aleviler, köylerini bırakarak kentlere indiler. Sünnilerin arasına karıştılar. Avrupalarda ekmeklerini kazanmaya başladılar. Bunların bir kısmının asimile olduğu bir gerçek. Zaten Sünni kökenli arkadaşlarıyla aralarında bir fark da kalmamıştı. Hepimiz “Dil farkı bilmeyiz, din farkı bilmeyiz, sanki doğduk bir anadan” türküsünü söylüyorduk. Fakat onlar bile, bir din ve mezhep olarak değilse de bir kültür olarak farklı bir kimlikleri olduğunu söylemeye, dernekler kurmaya başladılar. Çeşitli yerlerde cem evleri açılmaya başladı. Bunların en ilginci Fatsa’dadır. Çullu tepesinde cem evi ve cami altlı üstlü aynı yapının içindedir.

Fakat devlet nizamı, ister laiklik döneminde, ister AKP’li bir Sünni muhafazakârlık döneminde olsun Alevi kitlesinin ihtiyaçlarını hiç hesaba katmamıştı. Türkiye’nin düzeni Sünni-Türk nüfus hesaba katılarak kurulmuştu ve işliyordu.

Gezi eylemlerinde ölen gençlerin, hatta çocukların tümünün Alevi olması, buna son zamanlarda (eskiden olduğu gibi) Gazi Mahallesinde ölenlerin eklenmesi, bize neyi hatırlatıyor? Polis kurşunları veya gaz fişekleri o kadar kalabalık içinde nasıl olup da Alevileri buluyor?

Bunun nedeni, Alevi kitlelerin, yüzyıllardır kendilerine katliam düzenleyen, en azından onları yok sayan, ihtiyaçlarını hesaba katmayan devlete ve şimdi onun başındaki AKP iktidarına karşı duydukları derin kindir. Hükümete karşı protestoların ön önünde onların olması sebepsiz değildir.

51 yıl önce, daha delikanlılığa adım attığım bir çağda, okul duvar gazetesinde yazdığım yazı geçerliliğini koruyor. Hele demokratik bir eğitimden nasibini alamamış bir başbakanın göstermelik “Alevi Açılımı” söylemlerine rağmen, miting meydanlarında, muhalefet partisi başkanına “Sen hele bir mezhebini söyle bakalım!” demesine bakılırsa, bu konuda da işimizin kolay olmadığı anlaşılır. Üstelik o bütün milleti temsil etmesi zorunlu olan cumhurbaşkanlığına adaylığını koyuyorsa!