Kimlik’in “Halk”laşmasına karşı tahakküm

Seyyit Nesemi der ki,  meydanda seril,

Doğruyu söylersem üzerler derim,

Şu dünyada olan hayr ile şerrim,

Yazıldı defterime öyle gitti.

Seyyit Nesemi

 

Son günlerde Kürt sorunu üzerinde yaşanan gelişmeler tekrar umutların dillenmesini sağlamıştır. Bunun yanında da yer yer sadece Kürt sorunu değil, Alevi sorununun da beraberinde konuşulması ve çözüme ulaştırılması gerekmektedir şeklinde söylemlerinde gündeme geldiği görülmektedir. Tabii ki bu süreç dikkatle takip edilerek, iktidarın iktidarsızlaşmaya ne kadar hazır olduğunu da göstermesi açısından önemlidir.

Bu anlamda metnimizde bir okuma gerçekleştirmeye dönük çabamız olacaktır. Okuma biçimimizde kesinlikle kendisini dayatan ve “hakikat budur” gibi yargılardan kaçınmaya çabalanacaktır.

Samuel Noah Kramer, “Tarih Sümer’de Başlar” diyor. Şehirlerin oluşumu, silahlı vurucu gücün tekelleşmesi ve en önemlisi oluşan bu yapının “tarih yazımının” temeli olarak veri sayılmasıdır. Devletlerin tarihi olarak algılanıyorsa itirazlarımızı saklı tutarak doğrulayabiliriz.

Sümer devletini tarih yazımında sıfır noktasının başlangıcı kabul ederek “doğrusal” bir anlayışla yazılan tarihin devletlerin tarihi olduğunu kabul ederek tezini doğrulamaya çalışmaktadır. Fakat Sümer’lerden de önce insanlar, toplumlar ve site’ler vardı. Bunların da tarihi yazılmasa da efsanelerle, mit’lerle dilden dile söylenerek seyyahların ve çeşitli düşünürlerin aktarımıyla bugüne ulaştığını biliyoruz.

Bu tarih yazımı beraberinde eşitlikçi toplum yapısından yavaş yavaş tahakküm’ün oluşumuna zemin hazırlamaya evrilerek tarihsel dönüşümlerin yaşanmasını sağlayacaktır. Kandaş ve klan toplumu eşitlikçi unsurları kendi içinde taşımakla beraber yatay ve dikey olarak tahakkümün gerilimlerini de içinde taşıyordu. Buna rağmen özellikle tahakkümü toplum içinde iktidarın çıkışına veya devlet fikri oluşmasına eşitlikçi yapısı fırsat vermiyordu. Toplum için değerli olan şehir veya devlet değil, doğa, beraberinde klanı ve kandaşıydı. Doğa doğal kaynak değil, kutsal bir “can” dı. 

Bu girizgâhtan sonra kilise, imparatorluklar ve orta çağ toplumsal yapısında eşitlikçi kandaş toplum yerine tahakkümün yerleşmeye başladığı geleneksel devlet almaya başladı. Ardından da modern devlet bedenine bürünmüştür. Artık emir itaat ilişkisi belirmiş ve bunun çerçevesinde örgütlenmiştir. Tahakküm kendisini hem siyasal hem de kültürel olarak inşa etmeye başlamıştır. Bu özgürlüğü de modern devletle en yüksek seviyeye ulaşacaktır. Artık toplum tüketim algısı içinde ekonomik olarak kabul edilmektedir. Modern devlet hapishaneleri, nüfus sayımları, seçimleri, evleri numaralandırmasıyla her alanın sahibi olmuştur.

İşte bu yapının içinde kültürel olarak farklı olan toplumların kontrol edilebilinirlikleri için sürekli “tarih yazımı” yapılarak baskılar kalıcılaşmaya çabalandı. Artık hem anlam dünyasına hem de inançsal dünyasına müdahaleler şiddetle uygulanmaya başlandı. Tahakkümün en sınırsız gücünün göstergesi de boyun eğmeyenleri “ rafizi, terörist, marjinal” gibi kelimelerle adlandırarak toplumu biçimlendirmekte ki parçalayıcı oyunudur.

Günümüze gelecek olursak tahakkümün şimdi ki şekli muhafazakâr ve etniktir. Artık “elhamdülillah Biz Müslümanız” sözü yeterli gelmemektedir. Artık tahakkümünü camiye gidip gitmemsiyle, namazını kılıp kılmamasıyla, zorunlu din derslerine katılıp katılmamasıyla, etnisitesini belli bir kisvetle dayatan, ölçen yeni bir -eskini devamı olan- tahakküm almıştır.

Şimdi mesela ramazanda Alevi ailenin oturduğu yerde inatla davul çalarak “Müslümanlığın” tezahür biçiminin değişikliğini gözler önüne sermiştir. Seçmeli-  zorunlu müfredatla gelen dersler tahakkümün kendisidir. Başka bir örnekte Afyon’un Sultandağı ilçesinde Kürt yurttaşlarına karşı düzenlenen irtibatlı ve organize bir şekilde yapılan saldırıdır. Kişisel olan olay olaya karışmayan Kürt yurttaşlarını da içine alacak şekilde farklı boyuta çekilerek “etnisite” baskısında tahakkümün başka görüntüsü olarak kendisini göstermesidir.

Tahakküm kendisini emir/ itaat ilişkisi içinde dayatırken toplumu şekillendirmek sahihlendirmek biricik ödevi durumundadır. Modern devlet yapısı içinde “kamusal alanında” kabul edilebilinir duruma getirdiği – içini boşalttığı- zaman siyasal yapısına almaktadır.

İşte umudumuzun endişeye bıraktığı hususta burada başlamaktadır. Sayın Başbakanın gerekirse İmralı’yla da görüşürüz ardından görüşmelere başlandığının açıklanması ve en son Fransa’da üç Kürt siyasetçinin öldürülmesi hem tahakkümün derdest göstergesi hem de tahakkümün derin oyunlarına işaret etmektedir. Alevi toplumu üzerinde ise baskı ve şekillendirme devam etmektedir. Hem ekonomik hem inançsal hem de devletin şekillendiği bireylerin nefret söylemiyle birlikte ötekileştirme aleni olarak yapılmaktadır. Üniversite rektörünün annesinin Alevi olması, sözüm ona Alevileri işe alması ki – Sünnileri de alsa aynısı söylenecektir- soruşturma nedeni sayılarak dava açılmakta tahakkümün siyasal, kültürel olarak göstergesidir.

Kürt Hareketine ve Alevi Hareketine aynı zamanda tabii ki Kürtleri ve Alevileri hizaya çekmek, tahakkümün gücünü sergilemek için sürekli “demok-lesin kılıcını” elinde tutmaktadır. Bu esnada çalıştaylar, görüşmeler ve uzlaşma girişimleri devam edecektir.

Fakat her türlü tahakküme karşı Kürtlerin ve Alevilerin verdikleri mücadeleleriyle “halk’laşarak” toplumları birleştirmeye, ortaklaştırmaya eşitlik özlemleriyle kavuşturmaya çabalaması elzemdir. Eşit, özgür halkların bireylerinin “alışveriş olarak” kullanılmadıkları, kendilerinin doğal kaynak olarak tüketilmedikleri devlet hepimizin arzusudur. Bunun gerçekleşmesi içinde demokratik mücadelenin “halk’laşması” ve “halkın vücudunda içselleşmesi” gerekmektedir.

Şu anda yazılmakta olan Anayasının yeni tahakkümün onayı ve şekillendiricisi değil, eşit haklar ölçeğinde paydaş sağlanılan “halk’ların” bedenleştirilerek “kurucu iradeyi” her türlü kuruculuğa bırakmadan inşa edilmesi olmalıdır.

İşte Türkiye Cumhuriyetinde yaşayan bütün kimliklerin tahakküm boyunduruğu altında yok edileceği sanılırsa bu sorunlar hiçbir zaman çözülemeyecektir.  Coğrafya da yaşayan bütün kimliklerin halklaşmasına ve halkların ortaklaştırılmasına çalışılmalıdır.  Tabii ki burada Ezidi, Süryani, Kürt, Hıristiyan, Yahudi, Alevi, Ermeni’nin sayısal olarak bakılarak değerlendirilmesi değil, varlık sebeplerinin öneminin altı çizilerek korunması ve geleceğe taşınması ödev olmalıdır.

Aşk-ı Muhabbetle