“Takke düştü kel göründü” diye bir deyim var. Bazı durumlarda “maskesi düştü” dediğimizde olur. İki deyim de gerçek yüzü açığa çıktı anlamında kullanılır.
2 Mart da İnsan Hakları Eylem Planı’ndan söz etmişlerdi. Açıkladıkları bu eylem planının üzerinden bir ay geçmemişti ki, Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun aldığı 2 yıl 6 aylık ceza gerekçe gösterilerek milletvekilliğinin düşürülmesi, aynı gün Yargıtay Başsavcısı’nın HDP’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’nde dava açması, üç gün sonra İstanbul Sözleşmesi’nden Cumhurbaşkanı Kararnamesi ile çıkılması, yine Cumhurbaşkanı Kararnamesi ile İstanbul Gezi Parkı’nın bir vakfa verilmesi gerçek yüzlerini açığa çıkartmaya yetti.
Aslında aklı başında hiç kimsenin bu eylem planına inandığı yoktu. 19 yıllık icraatları İnsan Hakları Eylem Planı’nı daha ilk anda sıfırlamaya yetiyordu.
İnsan hak ve özgürlüklerinin kararnamelerle, yasalarla, mahkeme kararları ile her gün ihlal edildiği bir ortamda, bundan sonra da insan hakları konusunda söylenecek her sözün hiçbir hükmünün olmayacağını şimdiden söylemek mümkün.
Artık yarın hangi hukuksuzlukların, hangi insan hakları ihlallerinin karşımıza çıkacağını bekler duruma geldik. Her gün bir önceki günü aratır oldu.
Bu açıdan Ömer Faruk Gergerlioğlu hedef seçilip, Milletvekilliği düşürülerek hapishaneye konulmak istenmesine şaşırmamak gerekiyor.
Bilindiği gibi Gergerlioğlu İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği’ndeki (MAZLUMDER) çalışmalarından bu yana insan hakları ile ilgili faaliyetleri nedeni ile öne çıkmış bir siyasetçidir. Son olarak hapishanelerdeki çıplak aramaları gündeme getirmiş, hükümet kanadından büyük bir öfkeyi üzerine çekmişti. Bu sebepten olsa gerek, beş yıl önce bir haber sitesinde yayınlanan, hala daha yasak olmayan, binlerce insanın paylaştığı bir yazı gerekçe gösterilerek açılan davadan aldığı ceza hızla Yargıtay da onaylanarak milletvekilliği düşürüldü.
Hukukçular Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesinin tıpkı CHP Milletvekili Enis Berberoğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesinde olduğu gibi Anayasaya aykırı olduğunu, bu nedenle Anayasa Mahkemesi’nin kararının beklenmesi gerektiğini belirtmelerine rağmen bu yanlıştan dönülmedi.
Artık Türkiye’de hukuk yok, bu nedenle siyasal davalarda hukuk beklemek gerekmiyor. 2010 yılından yapılan referandumdan sonra inşa edip bugüne getirdikleri hukuksuzluk dönemi, son yirmi aydaki tek adam rejiminde daha çok kendisini göstermeye başladı. Bugün artık parti devleti var. Başta yargı olmak üzere devletin bütün organlarında AKP’nin kadroları görev yapmakta. Artık yasamadan, yürütmeden, bağımsız yargıdan, bağımsız bir medyadan söz etmek mümkün değil. Alınan her karar bir kişinin bekası, onun saltanatı, rant düzeninin devam etmesi için.
HDP’nin kapatılması için açılan davaya da bu açıdan bakmak gerekiyor.
Bu davaya, yaşanan hukuksuzluklar, ekonomik kiriz, işsizlik, enflasyon vb. nedenlerle güç kaybetmeye başlayan tek adam rejiminin bir partinin oylarını kendine devşirme, karşısındaki muhalefet bloğunu bölme çabası olarak bakmak gerekiyor.
Bu nedenle HDP’ye kapatılma davasına hukuki bir süreç olarak bakmak doğru değildir. Yine bu nedenle bu davanın açılmasına karar verenin Yargıtay Başsavcısı olduğunu düşünmemek gerekiyor.
Uzun zamandır gerek AKP kanadından ve tek adam rejiminin küçük ortağı Bahçeli’nin ağzından HDP’nin kapatılması gerektiği yönünde birçok açıklama duymuşuzdur. Hükümet bloğu güç kaybettikçe bu söylemler daha çok arttı. Yaşanan ekonomik krize çözüm bulamamalarının da bu karara etki yaptığını düşünmek gerekiyor. Memlekette yaşanan sorunlar giderek büyüyüp içinden çıkılamaz hale geldiğini anladıklarında tek bildikleri iş olan gerginlik siyasetine daha çok sarıldılar.
Anayasa Mahkemesi’nin bu dava ile ilgili nasıl bir karar vereceğini şimdiden söylemek kolay değil. Açılan siyasi davalar siyasi erkin o andaki ihtiyaçlarına göre karara bağlandığı için, bu davanın karara bağlanma sürecinde iktidarın ihtiyaçlarının ne yönde şekilleneceğini bilemeyiz. Bu nedenle Anayasa Mahkemesi’nde alınacak karar kapatma yönünde de olsa, HDP’ye verilen yardımın kesilmesi yönünde de olsa bu karar hukuka uygun, adil bir karar olmayacaktır.
Her şeyden önce altı milyon insanın oy verdiği bir partiye kapatma davasının açılması bir hukuk garabeti, bir insanlık ayıbıdır.
Kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve bu şiddete karşı mücadeleye dair İstanbul Sözleşmesi’nin darbe dönemlerinde olduğu gibi bir gece yarısı operasyonunu aratmayacak biçimde Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle, Anayasaya aykırı bir biçimde kaldırılmasını da yaşanan hukuksuzluğun bir yansıması olarak görmek gerekiyor.
İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasıyla kadınlar daha çok korumasız hale getirilmiş, her yıl artarak devam eden kadın cinayetlerinin önü daha çok açılmış oldu.
Birkaç yıl öncesine kadar iktidarı Fethullah cemaati ile paylaşıp, hukuksuzlarını bu ortağı ile işlerken, bugün iktidarını paylaştığı başka tarikat ve cemaatlerin isteklerine teslim olmuş bir iktidar var karşımızda. Bu teslimiyete mahkum olmuş bir şeklide kendisinin imzaladığı İstanbul Sözleşmesi’ni kaldırmasının hiçbir hukuki bir açıklaması olmadığı gibi, akla ve mantığa da uygun değildir.
Gezi Parkı’nın yine gece yarısı imzalanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile bir vakfa devredilmesi de, İstanbulluların iradesini hiçe sayan, ancak tek adam rejimlerinde görülebilecek bir uygulamadır. Bu karara yerel yönetimler için yapılan seçimlerde İstanbul’da aldığı yenilginin hazımsızlığı olarak görmek de mümkün. İmzalanan bu kararname ile 16 milyon insanın iradesi yok sayılmıştır. Bu karar aynı zamanda Gezi Direnişi’ne karşı beslenen öfkenin hala dinmediğini ortaya koyuyor.
Bütün bu yaşanan hukuksuzluklar tek adam rejiminin son çırpınışları olarak görmek gerekiyor. Yenildiklerini gördükçe öfkeleri, yaptıkları hukuksuzluklar daha çok artıyor. Bu durumun önümüzdeki dönemde daha çok artarak devam edecektir.
Uzun bir süredir karanlık bir tünelin içinde yol alıyoruz ve her geçen gün karanlık biraz daha artıyor. Ama unutmamak gerekir ki her karanlığın sonu aydınlığa açılır. Bu karanlık da bir gün son bulacaktır.