‘HAYVANLAŞAN’ İNSAN; ‘İNSANLAŞAN’ HAYVAN


 
‘Aman avcı vurma beni
Ben bu dağın ay balam, maralıyam
Maralıyam, hem yaralı
Avcı vurmuş ay balam, yaralıyam’



 
 
İlkel komünal toplumdan kapitalizme kadar süren pek çok şeyden biri de ‘avcılık’.
Ve hatta insana dair hala süregelen ilkellik, vahşet, üstün olma duygusu.
 
Kapitalizmin doğası gereği her şeyi meta haline dönüştürmesi; havayı suyu toprağı ve hatta insanı pazarlaması daha doğru bir tanımla katletmesine hayvanlarında dahil olması, elbette dün gerçekleşmedi. Hayvanların ticaretin aracı haline getirilmesi yüzlerce yıl öncesine dayanıyor. Kapitalizm hileleri ve vahşiliği ile birlikte ise hayvanların meta haline getirilmesi; hormonla şişirilmiş sağlıksız ve ucuz proteini sofralarımıza serdi. Yoksulların bu tavuklara ihtiyacı vardı. Tavuklara ve buğdaya ulaşabildiler mi? Herkes değil. Ambarların kapısı kilitliydi, tavuklar marketlerde para ile satılmaktaydı. Parası olmayan insanlar açlıktan ölmeye devam etti.
 
İstanbul’un seçkin bir semtinde bir çocuk ile sohbet ederken etin sadece Migros’ta olduğunusandığını; çiftlik, inek, keçi koyun gibi hammaddesine nasılda yabancılaştığını fark etmiştim. O leziz etlerin, fümelerin, fıstıklı salamların gübre dolu, kötü kokan bir ahırdan geldiğine inanmak istemiyordu. ‘Yabancılaşma’ der geçeriz belki ama bir çocuğun etlerin sadece marketin ışıklı vitrininde kendiliğinden oluşuverdiğini düşünmesi beni o an için hem güldürmüş hem de ürkütmüştü.
 
Kapitalizme dair hiçbir şey beni ürkütmüyorsa da artık ayaklarından bağlı, ters bir şekilde canlı canlı bir makineye girip diğer taraftan pişirilmeye hazır hale gelen tavukların gözlerindeki korkudan da ürkmüştüm. Sonra bu tip videoları izlemez oldum. Kurban bayramlarında mümkün olduğu kadar şehir dışına çıkmayı tercih ettim. Bütün bunlara rağmen hiçbir zaman bir vejeteryan ya da vegan olmadım. Proteine ihtiyacımız var ancak vahşi kapitalizm eliyle değil.
 
Toplum olarak İslam’a göre ‘helal kılınan’ her şeyi yeme ‘doğruluğunda’ hareket ettiğimizde Uzakdoğu sofralarına hatta illet bulaştırdığını düşündüğümüz Çin’lilere bir kez daha sayıp sövebiliriz. Yapabiliriz bunu ilk anda ve düşünmeden. Ama yanlış olur. Milyarlarca insanın doymak için her canlıyı avlar hale gelmesi bir yandan ya da en son tahlilde yaşamsal ihtiyaçtır.
 
Köylünün hayvanla ilişkisi; biz şehirlilerin evde pet beslemesinden oldukça farklı. İhtiyaçları gereği yüzyıllardır evcilleştiriyor. Kapitalizmin küçülttüğü doğada yaşayamayacak olan hayvan; süt tereyağı, peynir, yumurta karşılığı karnını doyurarak insan ile ilişkisini sürdürüyor. Ta ki bir gün insanın ‘etini’ de isteyeceği ana kadar. Ancak bu alma-verme ilişkisi bizim evlerimizde, kedilerin doğasını bozup insanileştirme amaçlarımızdan daha net ve yalın bir amaç taşıyor : ‘doymak.’ Ve şehirleri ‘doyurmak’. Evcil kedi ve köpeklerimiz ise ‘yalnızlar rıhtımındaki’ bizlere sadece psikoterapi sağlıyor. Ve sektör pet araçları ve edevatlarıyla büyüyor. Hayvan yemi sektörü için yaşlanmış pek çok hayvan katlediliyor. Evimizde kendimizi hayvansever sayıyoruz. Düşünmeden. (Hayvansever linçine maruz kalmamak için 4 kedi baktığımı da buraya yazayım)
 
Hayvanlar bilinçli olmadan, bazen insandan daha bilge ve onurlu ya da türüne ihanet içinde olmamanın etikliğinde davranmaktadır. Oysa ‘hayvandır, ne yapsa yeridir’, böyle davranmak zorunda değildir. Ancak ben hiçbir zaman atom bombası atıp milyonlarca hayvanı öldüren bir hayvana rastlamadım. Ya da klanına giren başka bir aslan ile dost kalan, onunla işbirliği falan yapan bir aslana da...
 
Toplumun, insanın ve hayvanın evrimine müdahale edecek kadar Don Kişot değiliz, olmamalıyız.  Ancak bu kadar zalim olmak zorunda da değiliz. Anti Kapitalist olan her insan gibi, doğayı ve hayvan haklarını savunmak ve korumak yine bize düşüyor. İnsan bence artık ‘Düşünen Hayvan’ dan çıkıp bazen ‘Düşünmeyen Hayvan’ olarak doğaya en fazla zarar veren canlı haline gelmiştir. Siyanür, orman yangınları, iklim krizleri, bozulan ekolojik denge ve hatta doğal afet dediğimiz olaylar insanın doğaya ihanetinin bir sonucudur. Ki kapitalizm bitmek bilmeyen kar hırsı ile ancak insana ve doğaya zarar vererek yol alabilir. Başka seçeneği yoktur.
 
Evcilleştirilmiş hayvan yıllar boyu hem insan hayatına yardımcı oldu hem de insan ile karşılıklı ihtiyaç temelinde bir ilişki kurdu. At- Eşek gibi hayvanların binek olarak kullanılması yüzyıllar öncesine dayanıyor. Günümüzde modern yaşamın ve hayata dair gelişen fikirlerin değişimiyle birlikte ‘faytonlar yasaklansın’ talebine katılabilirim. Ancak  bunun yanına ‘faytoncularında karnı doyurulsun’ talebini eklemek zorundayım. Hatta ‘evcilleştirilmiş atlar doğaya salınmasın, ömür boyu bakılsın’ demeliyim.
 
Yılmaz Güney’in Umut filminde zengin adamın otomobilinin atını öldürdüğü, arabasını hurdaya çevirdiği anda, yere çökmüş Cabbar’ı seyrederken ilk olarak onun aç kalacak olmasına üzülmüştüm. Tek geçim kaynağı at arabasıydı. Cabbar’a ‘Faytonlar Yasaklansın’ demek ‘aç kal, öl’ demekti. Elbetteki faytonlar yasaklanabilir ancak 'Cabbarların' ve atların da karnının doyduğu bir sistemde… 

Geçenlerde Tarım ve Orman Bakanlığı tarafından ihaleye açılan ‘Dağ keçilerimizi avlamak fikrini’; ‘protein ihtiyacımız’ aklamaz. Av ihalesine tomar tomar para yatıranların protein ihtiyacını da karşılamış olduğunu varsayıyorum. Doğada özgürce yaşamını sürdürebilen bir canlıya, hatta doğanın dengesine müdahale etmek katliam ve cinayettir. Bunu adı ‘hobi’ olamaz. İnsan denen varlığın ego tatmininden başka bir şey değildir. Asıl soru, artık ihtiyacımız kalmadığı halde avcılığın neden sürdürülüyor oluşudur.

İnsan bazen en vahşi ve kurnaz hayvandan daha vahşi ve kurnazdır. Ancak asla üstün değildir. Yani İnsan ‘hayvanlaşmış’ hayvan ise insandan rol çalarak ‘insanlaşmaktadır’.
 
Keçiler mi? Onlar her daim inatçıdır ve öyle kalacaktır. Dünya da kurtulacaksa eğer insan kalan ‘inatçı keçiler’ sayesinde olacaktır.