Tarihin en kadim sorularından biridir sanırım. İnsanlık binlerce yıldır verdiği yanıtlardan bir türlü tatmin olmuyor olmalı ki, soru tekrar tekrar sorulmaya devam ediyor. Hiçbir insan yoktur ki en azından yaşamının belli bir döneminde bu soruyu kendine sormamış olsun. “İnsan hayatın anlamı nedir? sorusunu soran canlıdır” desek hata etmiş olur muyuz, sanmıyorum.
Peki varoluşa illaki bir anlam yükleme çabası nereden gelir? Neden anlam aramak ihtiyacı duyarız? Bu sorunun yanıtı hiç kuşkusuz ‘ölümlü olmaktan’dır. Ölüm gerçekliğiyle her gün yüzleşmesine rağmen insan bilinci ölümü kabullenmek istemez. Anlam arayışı esas itibariyle ölümsüzlük arayışından başka bir şey değildir.
İnsanlık anlam arayışına önce mitler ve dinlerle yanıt bulmaya çalıştı. Binlerce yıl boyunca mitolojinin ve dinlerin verdiği yanıtlar insanın yok oluş anksiyetesini bir ölçüde yatıştırmayı başardı. Elbette dinlerin, mitlerin verdiği yanıtların hiçbir tutarlılığı-doğruluğu yoktu. Esasen insanın tutarlılığa-doğruya ihtiyacı da yoktu. Varoluşu anlamlı hale getirecek herhangi bir açıklama (tutarlı olsun olmasın) insana yeterli geliyordu. Bugün bile zayıflasa da dinin hala toplumların yaşamında önemli bir güç olması doğru yanıtlar vermesinden değil sadece “anlamlı” yanıt verebiliyor olmasından gelir.
Her şeye rağmen kuşkular asla ortadan kaldırılamadı. Mitlerin ve dinlerin verdiği tutarsız yanıtlar insan bilincinin giderek yükselmesiyle daha da sorgulanır hale geldi. Varlığın anlam arayışına daha akılcı yanıtlar bulma çabası yaklaşık 2500 yıl önce felsefenin doğmasına sebep oldu. O günden beri bir yandan dinler bir yandan felsefe ‘insanın anlam arayışı’na cevap vermek için çırpınıp durmaktadırlar.
“Sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmez.” dedi büyük filozof.
‘Hayatın anlamı nedir?’ sorusu aslında ‘Hayatın amacı nedir?’ sorusuyla aynı şeydir. Anlam, amaç olmadan tanımlanabilir görünmemektedir. Peki yaşamın bir amacı var mıdır?
Tarihsel gelişim içerisinde bu soruya binlerce yanıt verildi elbette. Dinler, “Yaşamın amacı; aşkın bir varlığa (Tanrı’ya) hizmet etmek ve bu hizmetin karşılığında Tanrı’nın cennetinde ölümsüzlük hakkı kazanmaktır” dediler. Filozoflar; “Erdemli olmak, mutluluğu aramak, özgürlüğün peşinden koşmak, güç elde etmek, daha iyi yaşamak, doğayla uyumlu olmaktır…” dediler. Politikacılar; “Vatan için ölmek, bayrak için savaşmak, şan ve şeref için fetihler yapmak…” dediler. Bilim insanları ise “Yaşamın tespit edilebilmiş tek amacının türün devamını sağlamak” olduğunu savundular. Bugün bilim insanlarının canlılığın amacına yönelik bu buluşunu 160 yıl önce A. Schopenhauer şu ustaca sözlerle keşfetmiş görünüyor.
“Muazzam küreksi pençeleriyle toprağı bir gayret kazmak, köstebeğin tüm hayatının işidir. Sonsuz gece onu çepeçevre kuşatır(…) eğlenceden yoksun, sıkıntıyla dolu bu hayat seyriyle ne mi elde eder? Yalnızca aynı melankolik seyrin yeni bir bireyde sürmesini ve yeniden başlamasını sağlayan beslenme ve üreme..”
Bir düşünce adamının şöyle bir sözünü hatırlıyorum. “Tanrı’yı aramak onu kaybetmeyi göze almakla mümkündür” demişti. Sanırım “Hayatın anlamı nedir?” sorusu da böyle bir sorudur. Eğer hiçbir anlam olmayabileceği gerçeğiyle yüzleşmeyi göze alamıyorsak en iyisi soruyu hiç sormamaktır.
Peki gerçekten de hiçbir anlam yok mudur? Bilimin insanı bir köstebekten farksız hale getiren bu buluşuna boyun eğmeli miyiz? Bilincimiz böyle bir “aşağılanmayı” kabul etmeye henüz hazır mı?
Bugün insanlığın yeni bir anlam krizi yaşadığı ve bu krizden çıkmak için pek az çaba harcadığı tespitini yapmak abartılı olmayacaktır. İnsanlık derin bir anlam krizinin içindedir. Bir yandan binlerce yıllık dini öğreti bilimsel gelişmeler karşısında tamamen çökmüş durumda, yarattığı değerler sistemi tüm direnme çabasına rağmen çözülmektedir. Diğer yandan yeni değerler sistemi, yeni anlamlar oluşturması gereken felsefe, akademinin gri duvarları ardına saklanmayı tercih ederek adeta toplum hayatına müdahil olmaktan özenle kaçınmaktadır. İnsanlık bilimin duygudan yoksun buz gibi ama bir yandan da sapasağlam görünen argümanları karşısında anadan üryan üşüyor.
Öyleyse ne yapacağız?
Toplumlar anlam krizleri karşısında değişik refleksler geliştirirler. Toplumun en eğitimsiz ve gelenekçi kesimi (büyük çoğunlukla yoksul emekçi kesimler) anlam krizinin yarattığı dağılma ve çözülme duygusuyla arkaik değerlere (din, mezhep, millet, gelenek vb.) daha fazla sarılma ihtiyacı duyarlar. Bir tür geçmişe sığınma çabası.. Bu elbette hayatın akışına, dünyanın gidişine ters yönde beyhude bir çabadır. Bu çabanın beyhudeliğini en gelenekçi ailelerin aile yapılarının nasıl çözüldüğünü günlük pratik içinde gözlemleyerek bile kolayca anlayabiliriz.
Toplumun nispeten eğitimli, gelir düzeyi nispeten yüksek kesimlerinin durumu ise daha dramatiktir. Bu kesimlerde anlam krizi tüketim krizine dönüşür. Tükettikçe mutlu olacağını sanan bu zümre yaşam araçlarını amaç haline getirir. Hayatlarını metalarla anlamlandırmaya çalışırlar. Yaratıcı enerjisinin büyük kısmını faydacı nesneler edinmeye harcarlar. Görkemli binalarda yaşamalarına ve nispeten konforlu bir hayat sürüyor olmalarına rağmen neden depresyon ilaçlarını almadan yataklarına giremediklerini ise nadiren sorgularlar.
Azımsanamayacak bir kesim ise; “Hayat bir gündür, o da bu gündür” şeklinde formüle ettikleri hazcılık temelindeki yaşam anlayışlarıyla ölümü alt edebileceklerini sanırlar. Bu yaşam biçimi kendini coşkulu bir hazcılık şeklinde dışa vursa da, bilinci ölüm gerçeğinden uzaklaştırmaya çalışsa da özünde karamsardır. Günün sonunda kendilerini bir psikoloğun terapi koltuğunda uzanırken bulurlar.
Peki çözüm nedir?
Elbette insanlık tarihi kadar eski bir sorunun çözümünün sihirli formülünü keşfetmiş değilim. Ama kendi tezlerimi de tartışmaya küçük bir katkı olur umuduyla paylaşıyorum.
Birincisi; yaşamın kendinde (yani verili) bir anlamı yoktur. Önceden tanımlandığını varsaydığımız bir anlamı arama çabası gerçekçi değildir. İnsan anlamı kendisi yaratır. İnsan bilinci aşkın (tanrısal) olduğunu varsaydığı anlamları bile esas itibariyle farkında olmasa bile kendisi üretmiştir.
İkincisi; anlam arayışı esas olarak bireysel bir çabadır. Ancak bireyler anlamları keyfe keder oluşturamazlar. Anlam toplumsallık içinde yaşanan, bir siyasal, sosyal ve ekonomik sistem içinde oluşturulan pratik bir durumdur. Soyut bir önerme değildir. Başkasının terazisinde tartılmadan anlam oluşmaz. Yani anlamlar evrensel olmaktan ziyade tarihsel bir nitelik taşırlar.
Üçüncüsü; günümüzün anlam krizi esas itibariyle bir ekonomik model olarak ömrünü doldurmuş ve çürümekte olan kapitalist-liberal ekonomik modelin krizidir. Kârı amaç, insanı araç haline getirmiş bir sistem zenginlik üretse bile araçsallaştırdığı insanın varoluş bunalımını derinleştirmekten başka bir şey yapamaz. Dünyanın en zengin ülkesinin en çok depresyon ilacı tüketen ülke olması boşuna değildir. Bu model aşılmadan insanlığın bu krizden çıkışı olanaklı görünmemektedir.
Dördüncüsü; insanoğlu ölümü samimi bir şekilde kabul etmeli, ölümün yaşama değer katan yegane şey olduğu gerçeğini içselleştirmelidir. Kendisinin farkına varmış madde olarak insan bilincinin ölüme karşı direnmesi anlaşılır bir şey olmakla beraber ölümü reddeder bir tutum içine girmesi patolojiktir. İnsanın tüm yıkıcılığının kaynağında ölümsüzlüğe duyduğu bilinç dışı güven vardır.
Peki varoluşa illaki bir anlam yükleme çabası nereden gelir? Neden anlam aramak ihtiyacı duyarız? Bu sorunun yanıtı hiç kuşkusuz ‘ölümlü olmaktan’dır. Ölüm gerçekliğiyle her gün yüzleşmesine rağmen insan bilinci ölümü kabullenmek istemez. Anlam arayışı esas itibariyle ölümsüzlük arayışından başka bir şey değildir.
İnsanlık anlam arayışına önce mitler ve dinlerle yanıt bulmaya çalıştı. Binlerce yıl boyunca mitolojinin ve dinlerin verdiği yanıtlar insanın yok oluş anksiyetesini bir ölçüde yatıştırmayı başardı. Elbette dinlerin, mitlerin verdiği yanıtların hiçbir tutarlılığı-doğruluğu yoktu. Esasen insanın tutarlılığa-doğruya ihtiyacı da yoktu. Varoluşu anlamlı hale getirecek herhangi bir açıklama (tutarlı olsun olmasın) insana yeterli geliyordu. Bugün bile zayıflasa da dinin hala toplumların yaşamında önemli bir güç olması doğru yanıtlar vermesinden değil sadece “anlamlı” yanıt verebiliyor olmasından gelir.
Her şeye rağmen kuşkular asla ortadan kaldırılamadı. Mitlerin ve dinlerin verdiği tutarsız yanıtlar insan bilincinin giderek yükselmesiyle daha da sorgulanır hale geldi. Varlığın anlam arayışına daha akılcı yanıtlar bulma çabası yaklaşık 2500 yıl önce felsefenin doğmasına sebep oldu. O günden beri bir yandan dinler bir yandan felsefe ‘insanın anlam arayışı’na cevap vermek için çırpınıp durmaktadırlar.
“Sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmez.” dedi büyük filozof.
‘Hayatın anlamı nedir?’ sorusu aslında ‘Hayatın amacı nedir?’ sorusuyla aynı şeydir. Anlam, amaç olmadan tanımlanabilir görünmemektedir. Peki yaşamın bir amacı var mıdır?
Tarihsel gelişim içerisinde bu soruya binlerce yanıt verildi elbette. Dinler, “Yaşamın amacı; aşkın bir varlığa (Tanrı’ya) hizmet etmek ve bu hizmetin karşılığında Tanrı’nın cennetinde ölümsüzlük hakkı kazanmaktır” dediler. Filozoflar; “Erdemli olmak, mutluluğu aramak, özgürlüğün peşinden koşmak, güç elde etmek, daha iyi yaşamak, doğayla uyumlu olmaktır…” dediler. Politikacılar; “Vatan için ölmek, bayrak için savaşmak, şan ve şeref için fetihler yapmak…” dediler. Bilim insanları ise “Yaşamın tespit edilebilmiş tek amacının türün devamını sağlamak” olduğunu savundular. Bugün bilim insanlarının canlılığın amacına yönelik bu buluşunu 160 yıl önce A. Schopenhauer şu ustaca sözlerle keşfetmiş görünüyor.
“Muazzam küreksi pençeleriyle toprağı bir gayret kazmak, köstebeğin tüm hayatının işidir. Sonsuz gece onu çepeçevre kuşatır(…) eğlenceden yoksun, sıkıntıyla dolu bu hayat seyriyle ne mi elde eder? Yalnızca aynı melankolik seyrin yeni bir bireyde sürmesini ve yeniden başlamasını sağlayan beslenme ve üreme..”
Bir düşünce adamının şöyle bir sözünü hatırlıyorum. “Tanrı’yı aramak onu kaybetmeyi göze almakla mümkündür” demişti. Sanırım “Hayatın anlamı nedir?” sorusu da böyle bir sorudur. Eğer hiçbir anlam olmayabileceği gerçeğiyle yüzleşmeyi göze alamıyorsak en iyisi soruyu hiç sormamaktır.
Peki gerçekten de hiçbir anlam yok mudur? Bilimin insanı bir köstebekten farksız hale getiren bu buluşuna boyun eğmeli miyiz? Bilincimiz böyle bir “aşağılanmayı” kabul etmeye henüz hazır mı?
Bugün insanlığın yeni bir anlam krizi yaşadığı ve bu krizden çıkmak için pek az çaba harcadığı tespitini yapmak abartılı olmayacaktır. İnsanlık derin bir anlam krizinin içindedir. Bir yandan binlerce yıllık dini öğreti bilimsel gelişmeler karşısında tamamen çökmüş durumda, yarattığı değerler sistemi tüm direnme çabasına rağmen çözülmektedir. Diğer yandan yeni değerler sistemi, yeni anlamlar oluşturması gereken felsefe, akademinin gri duvarları ardına saklanmayı tercih ederek adeta toplum hayatına müdahil olmaktan özenle kaçınmaktadır. İnsanlık bilimin duygudan yoksun buz gibi ama bir yandan da sapasağlam görünen argümanları karşısında anadan üryan üşüyor.
Öyleyse ne yapacağız?
Toplumlar anlam krizleri karşısında değişik refleksler geliştirirler. Toplumun en eğitimsiz ve gelenekçi kesimi (büyük çoğunlukla yoksul emekçi kesimler) anlam krizinin yarattığı dağılma ve çözülme duygusuyla arkaik değerlere (din, mezhep, millet, gelenek vb.) daha fazla sarılma ihtiyacı duyarlar. Bir tür geçmişe sığınma çabası.. Bu elbette hayatın akışına, dünyanın gidişine ters yönde beyhude bir çabadır. Bu çabanın beyhudeliğini en gelenekçi ailelerin aile yapılarının nasıl çözüldüğünü günlük pratik içinde gözlemleyerek bile kolayca anlayabiliriz.
Toplumun nispeten eğitimli, gelir düzeyi nispeten yüksek kesimlerinin durumu ise daha dramatiktir. Bu kesimlerde anlam krizi tüketim krizine dönüşür. Tükettikçe mutlu olacağını sanan bu zümre yaşam araçlarını amaç haline getirir. Hayatlarını metalarla anlamlandırmaya çalışırlar. Yaratıcı enerjisinin büyük kısmını faydacı nesneler edinmeye harcarlar. Görkemli binalarda yaşamalarına ve nispeten konforlu bir hayat sürüyor olmalarına rağmen neden depresyon ilaçlarını almadan yataklarına giremediklerini ise nadiren sorgularlar.
Azımsanamayacak bir kesim ise; “Hayat bir gündür, o da bu gündür” şeklinde formüle ettikleri hazcılık temelindeki yaşam anlayışlarıyla ölümü alt edebileceklerini sanırlar. Bu yaşam biçimi kendini coşkulu bir hazcılık şeklinde dışa vursa da, bilinci ölüm gerçeğinden uzaklaştırmaya çalışsa da özünde karamsardır. Günün sonunda kendilerini bir psikoloğun terapi koltuğunda uzanırken bulurlar.
Peki çözüm nedir?
Elbette insanlık tarihi kadar eski bir sorunun çözümünün sihirli formülünü keşfetmiş değilim. Ama kendi tezlerimi de tartışmaya küçük bir katkı olur umuduyla paylaşıyorum.
Birincisi; yaşamın kendinde (yani verili) bir anlamı yoktur. Önceden tanımlandığını varsaydığımız bir anlamı arama çabası gerçekçi değildir. İnsan anlamı kendisi yaratır. İnsan bilinci aşkın (tanrısal) olduğunu varsaydığı anlamları bile esas itibariyle farkında olmasa bile kendisi üretmiştir.
İkincisi; anlam arayışı esas olarak bireysel bir çabadır. Ancak bireyler anlamları keyfe keder oluşturamazlar. Anlam toplumsallık içinde yaşanan, bir siyasal, sosyal ve ekonomik sistem içinde oluşturulan pratik bir durumdur. Soyut bir önerme değildir. Başkasının terazisinde tartılmadan anlam oluşmaz. Yani anlamlar evrensel olmaktan ziyade tarihsel bir nitelik taşırlar.
Üçüncüsü; günümüzün anlam krizi esas itibariyle bir ekonomik model olarak ömrünü doldurmuş ve çürümekte olan kapitalist-liberal ekonomik modelin krizidir. Kârı amaç, insanı araç haline getirmiş bir sistem zenginlik üretse bile araçsallaştırdığı insanın varoluş bunalımını derinleştirmekten başka bir şey yapamaz. Dünyanın en zengin ülkesinin en çok depresyon ilacı tüketen ülke olması boşuna değildir. Bu model aşılmadan insanlığın bu krizden çıkışı olanaklı görünmemektedir.
Dördüncüsü; insanoğlu ölümü samimi bir şekilde kabul etmeli, ölümün yaşama değer katan yegane şey olduğu gerçeğini içselleştirmelidir. Kendisinin farkına varmış madde olarak insan bilincinin ölüme karşı direnmesi anlaşılır bir şey olmakla beraber ölümü reddeder bir tutum içine girmesi patolojiktir. İnsanın tüm yıkıcılığının kaynağında ölümsüzlüğe duyduğu bilinç dışı güven vardır.