Bingöl Mebusu Feridun Fikri Bey’in bir dileği vardı: Enstitülere yalnız köylerden öğrenci alınması yanlıştı, ilçe merkezi statüsü taşıyan fakat nüfusu binden bile az olan yerler vardı. Buralardan da öğrenci alınabilmeliydi. Bakan Yücel, ilkeyi bozamayacaklarını söyleyerek maddeyi reddettirdi.
Kurtuluş Savaşı yıllarında Doğu Cephesi Komutanlığı yapmış olan Kâzım Karabekir’in bir kuşkusu vardı: Köylerden alınacak bu çocuklar, gene köyler arasında kurulacak enstitülerde yetiştirilerek şehir kültürüyle temas ettirilmeden köye atanacaklardı. Bu çocuklar birer yarı aydın olarak yetişirler, “başka yerlerden yapılacak telkinlerle” günün birinde karşılarına dikilebilirlerdi. Köylerimizin böyle “Kültür sahasında az görgülü, yarı aydınların nüfuzuna, hatta maddi ve manevi tahakkümüne bırakmayı gelecek için çok tehlikeli” görüyordu. Bakan Yücel, açıklamalar yaparak onun yüreğine su serpmeye çalıştı. “Sosyal bir sınıf doğurması söz konusu olamaz” dedi. “Parti programında da yazıldığı biçimde esasen rejimimiz sınıf ve ayrıcalık kabul etmez” açıklamasını yaptı. Enstitü uygulamasından bir sınıf esası, sınıf oluşmasının doğmayacağına tekrar güvence vermek zorunda kaldı.
Eskişehir’de geniş toprakların sahibi Emin Sazak ise enstitülere yalnız köy çocuklarının alınmasını savundu. Onun derdi başkaydı: Eskişehir köylerinde görev yapan bazı öğretmenlerden örnekler verdi. Bunlar şehirden gelmişlerdi ve köyün ahlakını bozuyorlardı. Köy eğitimi şehirlilere bırakılamazdı…
Esasında bu tartışmaların yasa maddeleri hakkında caydırıcı bir rolü de olmazdı. Projeyi hazırlayan İsmail Hakkı Tonguç, en güvendiği eğitimcileri Ankara’ya çağırmış, onları enstitülerin kurulacağı yerlere çoktan müdür olarak göndermişti…
Enstitülerdeki hummalı faaliyet ilk yıllarda hemen herkesin takdirini topladı. Ankara’ya gelen yabancılar Hasanoğlan’a da götürülerek enstitü gösterildi. Ahmet Emin Yalman hem okullarında, hem de mezunlarını işbaşında gözleyerek 1944’te çok anlamlı bir kitap yazdı: “Yarının Türkiyesine Seyahat.” Herkes memnundu. Bozkır şenleniyordu. Fakat iş bu kadarla kalsa iyiydi.
Enstitüler, çok geçmeden komünist yetiştirdiği gerekçesiyle hücuma uğramaya başladı. Enstitü öğrencilerinin okuduğu kitaplar, yazdıkları yazılar, oynadıkları piyesler göze battı. Meclis Başkanı olan Kâzım Karabekir, Hasanoğlan’a giderek bu söylentileri yerinde inceledi ve söylenenlere hak verdi. Hasan Ali Yücel, kesin güvenceler verdiği halde enstitülerde bir sınıf bilinci uç vermişti. Demokrat ve halkçı öğretmenler elinde modern bir eğitim alan köy çocuklarının gözleri açılmış, Tonguç’un ifadesiyle köylülerin bir “yük hayvanı gibi” kullanıldığını görmüş ve buna isyan etmeye başlamışlardı. Enstitü öğrencilerinden Cesarettin Ateş, Köy Enstitüleri dergisinin ikinci sayısında yayımlanan bir şiirinde şunları yazıyordu:
“Yüzyıllarca çektin, bitmedi derdin
Gitmedi alnından çamurlaşan ter
Sesin duyulmadı, göğsünü gergin
Yeter artık bugün çektiğin yeter!
Her sabah yol aldın türkü dilinde
Tırpan omuzunda, orak belinde
Ektin biçtin nasır kaldı elinde
Yeter eller için ektiğin yeter!
Yazlar geldi orağını biledin
Biçemedin, bahtım böyledir dedin
Buğday ektin arpa ekmeği yedin
yeter artık arpa yediğin yeter.
On koyunun çoban oldun peşinde
Baharın da dağda kaldın kışın da
Boyun eğdin daha küçük yaşında
Yeter beyim paşam dediğin yeter!”
Rejim buna tahammül edemezdi. 1946’da Türkiye demokrasiye geçmişti ama demokrasi denildiyse bundan halk sınıflarının muhalefeti anlaşılamazdı! Seçimde burjuvazinin ve toprak ağalarının çeşitli kesimleri birbirleriyle yarışabilirdi ancak…
Nitekim çok partili hayata geçilmesinden cesaret alınarak 1946’da iki sosyalist parti kuruldu. Esat Adil Müstecaplıoğlu’nun “Türkiye Sosyalist Partisi” ile Şefik Hüsnü Değmer’in “Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi.” Demokrat Parti’ye, Millî Kalkınma Partisi’ne izin veren hükümet, kısa sürede büyük taraftar toplamaya başlayan iki sosyalist partiyi İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı eliyle kapattı…
Kâzım Karabekir, ticaret burjuvazinin çıkarlarını savunan bir politikacıydı. Enstitüler yasası Meclis’te görüşülürken köy çocuklarının şehir kültürüyle temas ettirilmesini istemesinin nedeni buydu. Kentler rejimin daha çok etkisi altındaydılar. Onun güçlü bir sınıf algılamasına sahip olduğu anlaşılıyor. Fakat toprak ağası Emin Sazak, Enstitülerin ne getireceğini tahmin edememiştir. Eskişehir köylerinde, ağanın emri altında köy öğretmeni görmeyi umut etmiştir.
Kuruluşunun 74. yılında Enstitülerle ilgili yapılan anma programlarında konuşmacıların çoğu enstitülere solculuk iftirası atıldığını söyleyecekler. Bu alışkanlık, solculuğun, sosyalistliğin, komünistliğin yasak ve sakıncalı olduğu uzun bir geçmişin dilinden kaynaklanıyor. Böylece enstitülerin temize çıkaracağı sanılıyor. Oysa enstitülerin en övülecek yanı budur.