DİKTATÖRLER KENDİ GİTMEZ

Ortadoğu bölgesinde ve ülkemizde tarihin hızlı aktığı dönemleri yaşıyoruz. 
Başbakan önce boyundan uzun egosuyla Suriye fatihi olmaya ve Irak’ı bölmeye niyetlendi. Ancak, ABD tarafından –senkronize edilince- ayar çekilince, var gücüyle toplum mühendisliğine hız verdi.

Başbakan alkolün dindeki yeri, “iki ayyaşın” çıkardığı yasaya olan muhalefeti, vapurda oturan gençlere gösterdiği “tahammül” ardından, Yunus Emre gibi toplumu kucaklayacak adlar varken; Alevilerin hassasiyetini dikkate almadan, Alevilere tarihsel acılarını hatırlatan ve onları ötekileştiren üçüncü köprüye verilen Yavuz Sultan Selim adı, bardağı yavaş yavaş doldurdu.
 
Başbakan’ın işçisinden memuruna, öğrencisinden ve çiftçisine kadar tüm toplumsal kesimler küçümseyen, onların görüş ve düşüncelerini dikkate almadan; "ben bilirim" "ben yaparım" anlayışıyla aldığı kararlar, kibirli, baskıcı, küçümseyici tavır ve davranışları ile hoyrat tutumları otoriterleşen ve toplumsal mühendislik projeleriyle herkesi kendine benzetmeye yönelik girişimleri aralıksız devam etti. 
Ta ki Taksim’de gezi parkının rant getirecek bir projeye kurban edilmesi girişimi ve sabaha karşı yapılan insanlık dışı saldırıya kadar.
 
Taksim Gezi parkı eylemleri dolan bardağı taşıran son damlalardı
 
Taksim Gezi Parkı’nda ağaçlara sarılan insanların sarıldığı sadece ağaç değildi elbette. Demokrasi ve özgürlüklerdi… 
Demokrasi ve özgürlük ateşinin kıvılcımları böylece çakılmış oldu.
Demokrasi ve Özgürlük ateşi İstanbul’la birlikte ülkenin ve dünyanın her yanına yayılan bir direnişe dönüştü. 
81 ilde yüzlerce ilçede bardak doldu taştı, eylemler çığ gibi tüm ülkeye yayılırken, polis şiddeti karşısında direnenlerin dirençleri ülke sınırlarını aşarak, onlarca ülkede destek eylemlerine, destek açıklamalarına olanak sağladı.
 
Taksim gezi parkı ile başlayan direniş dünya gündeminin birinci sırasına oturdu.
 
Ülkeye yayılan bu isyan ateşi Türkiyeli göçmenlerin her ülkede varlığı ile dünyaya yayıldı. Bu hareket dünyadaki memnun olmayanlarla birleştiğinde, dünya isyanına dönüşme potansiyellerini bağrında taşıyor. 

Stratejik olarak önemli bir coğrafyada bulunan Türkiye’deki direnişin dünyada top yekün isyana dönüşmesi an meselesi olabilir. 

Dünyanın değişik ülkelerindeki bu desteğin önümüzdeki günlerde Uluslararası ortak eylem çağrısına dönüşmesinin nüveleri Taksim’de yatmaktadır. 
Türkiye’deki yandaş medyanın görmezden geldiği direniş, polisin kullandığı şiddet, Taksim’den yabancı tv lerin canlı yayınları, başbakanın orantısız dili, saldırgan uslubu yeni dinamikleri harekete geçirmektedir.
 
Başbakan hep aynı teraneyi okuyor.
 
Başbakan ve şürekâsı eylemlerin arkasında önce CHP’yi aradı,
Ancak bulamadı.
Ardından darbecileri, dış güçleri, faiz lobisi, ajanları aradı.
 
Daha sonra gelişen Türkiye’ye oynanan oyunlar v.b. devreye girdi.
Kendi partililerinin bir kesimi dışında kimseyi inandıramadı.
Oysa Taksim Gezi parkı eylemleri; demokrasiyi sadece sandık olarak gören, ülkeyi kendi özel şirketi gibi yönetmeyi marifet sayan bir anlayışa isyandı.
Bu isyan halkını küçümseyen, onun kaç çocuk doğuracağına, ne yeyip ne içeceğine, ne giyeceğine karar veren, en küçük demokratik tepkiyi polis şiddeti ile bastıran, despotik bir anlayışına karşı yaşamına sahip çıkma isyanıydı.
Kısacası bu isyan AKP'nin siyaset yapma tarzını karakterize eden muhafazakârlık, neo-liberalizm ve hukuksuzluğuna bir tepkiydi.
 
Bütün bu birikimler sonunda hem de pek çoğu hiçbir siyasal deneyimi olmayan, daha önce bir siyasal eyleme katılmayan insanlar haysiyet ve onur mücadelesi vererek, sokağa dökerek, devasa bir öz savunma eylemi yarattı. 

Örgütsüzleştirildiği bir anda, toplum can havliyle kendini savunmaya başladı.
İsyan polis şiddeti ve ceberut devlet zihniyetine karşı bir kartopu gibi büyüdü.
Toplum korku sınırını aştı.
 
Gençler demokrasi sınırları içinde mücadele ediyor
 
Başta İstanbul Taksim olmak üzere ülke çapında hak arayan onur ve haysiyet mücadelesi verenlere sık sık yapılan uyarın başında “hak mücadelesinin demokrasi sınırları içinde olması” talebidir. 

Vandallık, yakıp yıkma gibi hareketler, haklıyken kitleleri haksız duruma düşürecek, toplumsal desteği azaltacak tavır ve davranışlardır ve kabul edilemez. 

Ancak gözden kaçan bir noktanın altını çizmekte de fayda var. 

Başta İstanbul Taksim olmak üzere dünyanın adı demokrasi ile ifade edilen hiçbir ülkesinde hükümet, plastik mermi, çeşit çeşit gaz ve elindeki bütün gücü sivil halka karşı kullanmamıştır. 

Türk Tabipler Birliği rakamlarına göre eylemler boyunca biri eylemcileri kovalarken düşerek ölen emniyet amiri, 2’si eylemci olmak üzere 3 ölüm yaşanmış, 47'si ağır, 4 bin 355 kişi de yaralanmıştır. 

Diktatörlükleri bir kenara bırakırsak, Demokratik hangi ülkede bu boyutta bir baskı yaşanmıştır?

Basın ve sendikaların yandaşlaştırıldığı, sivil toplum örgütlerinin önüne fiili ve yasal engeller konduğu, en küçük bir muhalif çıkışın cezalandırıldığı, TBMM’nin mekanizmalarının iktidar çoğunluğu ile etkisiz hale getirildiği, ifade toplantı, örgütlenme ve grev özgürlüğünün yok edildiği bir sistemin adı demokrasi olabilir mi?
Demokrasinin kanallarının işlemediği sistemlerde halkın tepkisini gösterebileceği tek yer sokaklar ve meydanlardır. 

O nedenle geçler kendilerini özgürlükçü olarak tanımlamaktadır. 

İşte o nedenle eylemciler iktidarın kendisine kapattığı meydanları ve sokakları özgürleştirmek istemektedir. 

Taksim’de başta olmak üzere ülkenin tüm sokak ve meydanlarının boşalmasını isteyen hükümetin yapması gereken ilk iş,  önce olmayan, işlemeyen demokrasiyi acilen işletmesi için demokrasinin kanallarını açması olması gerekirken, şuursuz bir şekilde yapılan açıklamalarla,topluma nefret tohumları ekmeye devam ediyor.
 
 
İstanbul Gezi parkı eylemlerinin görünen sonuçları
 
Birinci ve en önemli sonuç; bu ülkede yaşayan bizlerin yıllardır gördüğümüz, ancak dünyanın görmediği veya göstermek istemediği Başbakanın otoriter görüntüsünün açığa çıkmasıdır. Başbakan üzerindeki sır dökülmüştür.

Başbakan’ın görüntüsü tüm çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır. 

Başbakanın çapulcu dedikleri “kral çıplak” diyerek Başbakanın gerçek görüntüsünü dünyaya yansıtmışlardır. 

Başbakan için, Türkiye için ,artık hiçbir şey  eskisi gibi olmayacaktır.
 
İkinci nokta ise, medyanın kısmi özgürleşmesidir. 
Kısmi bir kazanım olmasına rağmen ülkemiz açısından önemli bir kazanımdır.
Taksim gezi parkı eylemcileri, gazete ve televizyon önünde gerçekleştirdikleri protestolarla medyanın üstündeki baskının gevşemesine ve halkın haber alma özgürlüğünü geçici de olsa kazanmasını sağlamıştır. 
Medya görmediği eylemleri ve eylemcileri görmeye başlanmıştır. 

Gerçi Başbakan’ın ülkeye gelmesiyle, bir elden çıkmış izlenimi veren 6-7 gazetenin aynı başlıkla çıkması ve Başbakan’ın büyük sermayeyi tehditkar bir şekilde uyarması bu işin o kadar kolay olmayacağını gösterse de, medya açısından da hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
 
Üçüncü önemli nokta ise, direnişin ülke çapında yayılması ile birlikte, dünya çapında küresel bir direnişe dönüşme potansiyelinin varlığıdır.
 
 
Başbakanın yapması gereken nettir.
 
Başbakan önce toplum mühendisliğinden elini eteğini çekmelidir.
Başbakan Cumhuriyetin değerlerini yok ederek kurmaya çalıştıkları muhafazakârlığa, abdestli kapitalizme ve adaletsizliklere dayalı sistemlerini bu gençler, bu halk kabul etmeyecektir. 

Çünkü Başbakanın Cumhuriyet değerlerini yok ederek kurmaya çalıştığı yapı, gençlerin bu mücadelesiyle eskimiştir. 

Taksim Gezi mücadelesi özgürlükçü, hoşgörülü yeni bir birey, yeni bir vatandaşlık anlayışı ve alternatif yaşam tarzı ile yeni bir ülkenin temelleri atmaktadır. 
Başbakan bu ülkeyi gerçekten seviyorsa, çatışmacı uzlaşmaz yaklaşımını bir tarafa bırakarak, gezi parkının park olarak kalacağını ve AKM’ye dokunmayacağını açıklayarak ülkeyi rahatlatmalı, toplumun tüm kesimlerini kapsayan demokratik reformla da demokrasinin tıkalı kanlarlını açmalı, halkın yaşam biçimine müdahale etmeyeceğini açıklamalıdır.

Ardından da Alevi toplumunu dışlayan, onu rencide eden Yavuz Sultan Selim adını derhal değiştirmelidir. 

Eğer Başbakan bu adımları atabilirse, ülkemiz gerçekten büyük bir sıçrama gösterecektir.
 
Başbakan bizim tavsiyelerimizi dinler mi?
 
Başbakan’ın özelliği herkesi dinleyip veya dinliyor gibi yapıp bildiğini okumasıdır. Çevresinde kendi düşüncesini tekrarlayan yalakalar dışında kimseyi dinlemeyecek, inat ve ısrarla bildiğini yapmaya devam edip, evladına kızan baba gibi “ben o kadar emek harcadım bu çocuk neden hayırsız çıktı” diye söylenmeye devam edecektir. 
Oysa “çocuk” artık büyümüştür. 

Bir yetişkin olarak, kendi kararlarını kendisi vermek istemekte, başında bir baba otoritesi, kendisine sürekli ne yapması gerektiğini söyleyecek bir büyük istememektedir.
 
Bizler neler yapmalıyız?
 
Yaşadığımız süreç bırakın ülkemiz ölçeğini, dünya ölçeğinde bir ilktir.
Bu süreç devam etiği sürece bilinç sıçraması yapmaya aday bir süreçtir.
Sürecin başında farklı dünya görüşlerinde olan insanların esnek bir şekilde bir arada olması avantajken, ilerleyen süreçte esnek yapı örgütlü bir yapıya evrilemezse bir dezavantaja dönüşebilir. 

Bu nedenle birey olarak sürecin içinde olmak, yaşanan yaşatılan deneyimlerden faydalanmak tabir caiz ise havayı koklayarak, yaratılan enerjiyi örgütlenmeye dönüştürmek oldukça önemlidir. 
Bulunduğumuz her noktada bu yeni tarzı anlamaya çalışarak, onun her düzeydeki örgütlülüğünü geliştirmek artık zorunluluktur.