ÇIPLAK ÇOCUK

Günün olağan akışı içerisindeki tavırlarımız, davranış biçimlerimiz, çoğu zaman düşünülmeden, refleksle, bilinçaltımızla, arketip olarak yaşanırken, etkilerinin yalnızca kendimizi değil, suya atılan taş misali halkalar halinde genişleyerek, nasıl etkileşim alanı yarattığının farkında olamıyoruz…

Bir kaç gün önce, denize girip çıktıktan sonra, biraz kuruyup gitmeyi düşündüğüm bir anda gözüm, denizden yeni çıkan 5-6 yaşlarındaki sevimli bir erkek çocuğu ile oldukça hoş görünen 30 yaşlarındaki annesinin sevgi dolu haline takıldı. Güzel anne, oğluna duş aldırarak güneşlendiği yere getirip kuruladıktan sonra,  birlikte sevgi yumağı oldular. Kısa bir süre sonra ben de artık gitmeye hazırlandığım sırada,  çocuğun mayosunun olmadığını ve o şekilde çıplak olarak güneşlendiğini fark ettim. Nasıl oldu bilmiyorum. Ama bir anda zihnimden geçenler, kontrolüm dışında söze dökülerek; pardon, ‘kız’ çocuğunuz olsa aynı şekilde güneşlenmesini ister miydiniz diye sorunca, anne de önce biraz şaşırıp sonra hiç düşünmeden “hayır” dedi.  Göz temasımızla birbirimizi anlamaya çalışırken, biraz da düşünerek “bilmiyorum ki?  Herhalde istemezdim” dedi tekrardan ve bana “sizin çocuğunuz var mı” diye sordu. Hayır, benim çocuğum yok, ama olsaydı nasıl davranırdım inan ben de bilemiyorum dedim!

Biz kadınların, annelerin elleri ne kadar güçlüydü aslında ve biz bunun farkında değildik ne yazık ki!  Kimseyi suçlamadan, kimseden hak talep etmeden, kendimizden başlayabilirdik değişime, dönüşüme… Her şeyden, herkes den önce biz şekillendiriyorduk çocuklarımızı, düşünmeden tüm öğretilerimizi yüklüyorduk, hayata gözlerini yeni açmış canlara. Erkek çocuğu, çıplak güneşlenirken saklamaya gerek görmediği bedeni ile yetişirken, kız çocuğu, örtünmesi- saklanması gereken bedenine yabancı büyüyor ve doğrusunun da bu olduğu iliklerine kadar işliyordu ikisinin de.  Doğru olanın, her iki cins içinde doğru, yanlış olanın ikisi içinde yanlış olabileceği sorgulanmıyordu nedense. Hayatın her alanında, birisinin özgürlüğü, diğerinin kısıtlılığı birbirlerinin gözleri önünde yaşanıyor, öyle öyle işleniyordu toplumun öğrenilmişliği, bilinçaltı.!

Ve bu çocuklar başladılar mı büyümeye, ergenliğe girmeye anneler yüklüyorlardı kızlarına tüm öğretilerini, zarar görmemek için sakınıp kollanmaları gerektiğini evlilik oluncaya kadar. “Çapkınlık, hovardalık erkeğin elinin kiridir, yıkar geçer ama senin alnında bir leke olarak kalır” diyerek korumaya alıyorlardı kızlarını kendilerince, erkeklerin özgürlük kapılarını sonuna kadar açarken. Doğruydu da, böyle öğrenmişlerdi ve böyle de oluyordu yaşanmışlıklar…

Yıllar su gibi akıp geçiyordu işte, evlenme vakti geldiğinde oğlumuzun, bir taraftan kendisi, bir taraftan ailesi, eşi dostu tarafından başlanıyordu kız bakılmaya… Beğenecek, isteyecek ve alacak taraftı çünkü erkek tarafı. Kızımız da serpilir, büyür, gelirdi evlilik çağına ama beğense de gidip isteyemezdi, beklerdi gelip istenmeyi. Başlandığında kız istemeye gitmeler, he derse kız tarafı olurdu bu iş, sıra gelirdi evlilik hazırlıklarına. Anneler gururla söylerken oğullarına ‘kız istemeye’ gittiklerini, kız tarafı da ilan ederlerdi ‘kızlarını verdiklerini’. Evlilik töreni ne şekilde yapılırsa yapılsın,  mutlaka gelin alma merasimi düzenlenirdi. Yani, ‘gelin almak’  ritüelimizdi bizim, çok da güzeldi adetlerimiz.  Ama ‘istemek’ ve ‘almak’ ile başlanan ve sonrası gelen, ya o bilinçaltına kazınanlar..!

Erkek tarafı oğullarına kızı istemiş, kız tarafı da vermişti artık kızlarını, erkek tarafına… Bir kaç yıl sürerse cicim- bicim ayları, sonrasında kanıksanır geçilirdi rutin hayata. Erkek sıkılırsa bu rutinlikten başlayabilirdi aldatmaya.  Biraz sorun kavga gürültü yaşansa da evde, nasıl olsa bir süre sonra karısı ve toplum karşıdaki kadını suçlayacaktı. Suçlu diğer kadındı çünkü baştan çıkarmıştı kocasını /adamı.  Ne yani o kadın için evliliğini mi bozacaktı, dönüp dolaşıp evine geliyordu nasılsa kocası.  Ya aldatma, kadın tarafından yapılsaydı, işte o zaman kıyamet kopardı, yapılan hakaretler bir tarafa cinayet için çok makul - haklı bir sebepti kadının aldatması.

Bir gün gelir de erkek isterse evliliğin bitmesini, çeker giderdi. Aldığını geri verirdi yani! Olur da kadın kabul etmezse bu talebi, kendi bilirdi. Adam da başlardı kendi hayatını yaşamaya, hatta üzerine yeni bir eş getirebilirdi. İkinci kadın da kabul eder gelirdi, evdeki kadının varlığını hiçe sayarak! Hem dinimiz de onay vermiyor muydu bu duruma, ne vardı yani! 

Peki ya kadın gitmek isterse, bitirmek isterse evliliğini ne olurdu? İşte o zaman durum farklıydı, gidemezdi bir yere, istenmiş ve alınmıştı nereye gidecekti?  Yani kocası onun sahibi idi,  namusundan o sorumluydu! Hasbelkader çekip gitse de, hatta mahkeme kararı ile boşansa da, ondan sonraki hayatı da erkeği ilgilendiriyordu. Eski eş, eski sevgili olmak da kurtarmıyordu kadını, çünkü zamanında istenmiş, varmıştı o da. Hatta öyle ki erkeğin kafasını bozarsa eğer, yaşama hakkı falan da yoktu kadının, çocuklarının gözleri önünde öldürülürlerdi. Annesiz kalmaları, psikolojileri mühim de değildi zaten çocukların,  büyür giderlerdi işte...

Ne olabilirdi ki en fazla? “Beni tahrik etti, erkekliğime laf söyledi” der, kravat takar, pişmanmış gibi rol yapar, 3-5 yıl yatar çıkardı. Hakimler de bu toplumun insanı değiller miydi? Anlarlardı erkeğin halinden, hak verirlerdi o’na, üzerine bir de iyi halden ceza indirimi alırdı! Kaldı ki nelere ceza indirimi vermiyorlardı ki? Kadının rızası dışında, zorla sahip olup, tecavüz ediliyor,   bu duruma dayanamayan kadın  hayatına son verdiğinde bile tutuksuz yargılayıp, kendi haline bırakmıyorlar mıydı sanki?!

Haydi itiraf edelim!  Buralara kadar yolların taşlarının döşenmesinde kadınların/annelerin çok büyük payları yok mu? Erkek çocuklarımızın, ayrıcalıklı olduğuna inanan, ne isterlerse yaparlar, erkektir yapar duygusunu veren, kız çocuklarını ise korunması kollanması gereken bireyler olarak hayata hazırlayan, namus kavramının yalnızca kadınlara has bir durum olduğunu beyinlerine kazımadılar mı? Bu kadar ayrıcalıklı olup, böylesine bir gücü elinde bulunduranın kendiliğinden vermesi mümkün müydü, kanıksadığı bu hakları?

Mademki öyle,  ayrım yapmadan her iki cinsi de eşit koşullar da hayata hazırlarsa kadınlar, bir nesil sonra yoluna girmeye başlamaz mıydı bu adaletsizlik?  İşte o zaman İstanbul Sözleşmesine de ihtiyacımız kalmazdı belki de, talep etmezdik kimseden hakkımız olanı.  Ama bugün, evet bugün #İstanbul Sözleşmesi Yaşatır#