Yaygın söylem şudur: Emperyalist devletler güzel vatanımıza göz dikmişlerdi. Mehmetçik onları Çanakkale’den geri püskürterek Türk kahramanlığını ispat etti. Onları saygıyla anıyoruz. Çanakkale geçilmez. Türkler, hürriyet ve bağımsızlığına düşkündür.
Bunlar doğrudur. Ancak günümüzde bir ülkeyi denetim altına almak yalnız silahla yapılmıyor. Türkiye’nin bağımsızlığını ayaklar altına almak için artık illa Çanakkale’nin geçilmesi de gerekmiyor. Çok uluslu şirketler, emperyalist ülkelerin diplomatları, çıkarmalarını artık Ankara’ya yapabiliyorlar. Özelleşme adı altında milletin varlıklarına el kokuyor, Türk ordusunu kendi küresel çıkarları için çeşitli ülkelere gönderebiliyorlar. Bizim şimdiki kahramanlığımız bunları önlemeye yetmiyor. Galiba Çanakkale zaferi ile avunuyoruz. Hele 18 Martlarda savaş alanlarına yurt içinden çıkarma yapıp Çanakkale’yi hiç ağzına almaması gerekenler hamaset nutukları da atmıyorlar mı?
Çanakkale Savaşı, 1914’te patlayan ve çeşitli cephelerde cereyan eden büyük boğazlaşmanın bir parçasıdır. Aynı dönemde Osmanlı ordusu Kafkaslarda, Irak’ta, Suriye’de, Süveyş’te, Hicaz’da Galiçya’da da çarpışmış, Çeşitli milliyetlere mensup Osmanlılar bu savaşlarda yüz binlerce evladını şehit, yaralı, esir ve kayıp olarak vermiştir.
Niçin? Bu sorunun yanıtı verilmedikçe Türkiye ne Çanakkale Savaşı’ndan, ne yüzüncü yılını büyük bir hüzünle andığımız Sarıkamış Harekâtından gerekli dersi çıkarmış sayılmaz.
Birinci Dünya Savaşı, emperyalist ülkelerin o zamana kadar aralarında bölüştükleri dünyanın yeniden paylaşımı için çıkarılmıştır. Savaşın ayak sesleri yıllar öncesinden duyuluyordu.
Emperyalist ülkelerde bu savaşa karşı koyacak bir güç vardı: Emekçiler.
Sosyal Demokrat (Marksist) Partiler, aralarında bir birik kurmuşlardı ve bunun adına İkinci Erternasyonal deniliyordu. Bu partiler, 1907’de Stuttgard’da yaptıkları kongrede, savaşı önleme kararı aldılar. Eğer hükümetlerinin savaşa girmesini önleyemezlerse savaş sırasında silahlarını kendi hükümetlerine çevirerek burjuvaların iktidarını yıkacaklardı. Halk ne diye emperyalistlerin keyfi için başka ülkelerin halkıyla savaşacaktı?
Bu kararlarını 1910 Kopenhag, 1912’de Basel kongreleriyle de tekrarladılar.
Ne yazık ki sosyalistler savaşı önleyemediler. Nedeni, savaş çıkınca bazı sosyal demokrat partilerin, burjuvaların milliyetçilik ideolojisi ile zehirlenmesidir. Bunların bir kısmı hareketsiz kaldı, bir kısmı alınan kararlara yan çizerek vatan savunması adına kendi burjuvalarının peşine takıldılar. Yalnız üç parti: Lenin’in önderliğindeki Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi (Bolşevik), Bulgaristan Sosyal Demokrat Partisi ile Sırbistan Sosyal Demokrat Partisi, kararlarına sadık kaldılar. Almanya’da da savaşı devrime çevirmek isteyen kuvvetli bir akım vardı.
Osmanlı toplumu ise birçok konuda olduğu gibi işçi sınıfı ve köylülüğün örgütlenmesi ve bilinci açısından çok geride idi. Geniş emekçi yığınlarında savaş sırasında hükümeti devirip yerine bir halk devleti kuracak bilinç de yoktu. Gene de ülkede işleyen bir demokrasi, siyasi partiler, sorumluluğunun farkında olan bir parlamento olsaydı bu savaşa girilmeyebilirdi.
Türkiye’yi Savaşa Almanların bir emrivakisi soktu. İngiliz deniz kuvvetlerinden kaçan iki Alman zırhlısı Çanakkale’den geçerek Karadeniz’e çıktı ve Osmanlı bayrağı çekerek Rusya’nın limanlarını bombaladı. Bundan yalnızca Enver Paşa haberdardı. Ne olup bittiğini soran hükümet üyelerine bile yalan söyledi. Alman vaatlerine kapılmış bir maceraperest, böylece Rusların Türkiye’ye saldırması için davetiye çıkardı. Ruslar, bu saldırılara Doğu Anadolu’da sınırı geçerek cevap verdiler.
Koskocaman devlet, İttihat ve Terakki Merkezi Umumisi’nin pençesine düşmüştü. Harbiye Bakanlığına bağlı Teşkilatı Mahsusa’nın astığı astık, kestiği kestikti. Hapishanelerden azılı mahkûmlar serbest bırakılarak bunlardan cinayet mangaları oluşturuldu. Memleket bir kan deryasına döndü.
Silâhaltına alınan her asker, gönderildiği cephede savaşmak zorundadır. Osmanlı askeri de bunu yaptı. Türkiye için Almanların isteği ve entrikasıyla girilen bu savaş Çanakkale’de bir savunma savaşı haline geldi. Büyük kayıplara da mal olsa Çanakkale'deki direnişin anlamı budur. Öte yandan aynı yıllarda memleketin her yanında asker kaçaklarının kaynadığını unutmamak gerekir. İstanbul’dan Suriye’ye gönderilen birliklerdeki erlerin yarısı yollarda bir yolunu bulup kaçıyordu. Türkiye halkı, anayurdunun dışında savaşmak istemiyordu. Aynı şekilde Çar için savaşmak istemeyen Rus İşçi sınıfı ise bilinçli ve örgütlüydü. Silahını Rus burjuvazisine ve onların hükümetine çevirdi. 1917’de onu devirdi. Rusyayı savaştan çekip çıkardı. Bir milletler hapishanesi olan Rusya’daki bütün milletler de özgürlüklerine kavuştular. Lenin milliyetçilikle zehirlenmiş İkinci Enternasyonali kendi haline bırakarak Üçüncü Enternasyonali kurdu.
Birçokları bugün İkinci Enternasyonal, Üçüncü Enternasyonal gibi kavramlarla kafasını yormak istemez. Ancak herkes Türk Kurtuluş Savaşı’nın zafere ulaşmasında Sovyetlerin paha biçilmez diplomatik ve maddi yardımlarını düşünürse, Üçüncü Enternasyonal’in Türkler için ne anlama geldiğini fark edecektir.
Birinci Dünya Savaşı’nda Enver Paşa’yı iktidardan indirmek için bazı girişimler olduysa da bunlar başarıyla ulaşamadı. Savaşa karşı başka bir girişim Mustafa Kemal Paşa’dan geldi. 1917’de Hükümete cepheden gönderdiği bir yazıda savaştan tek taraflı olarak çıkılmasını önerdi. Fakat kendi hayallerinden ve inadından başka kimseyi dinleyecek durumda olmayan Enver Paşa, milleti adım adım felakete götürmekte tereddüt etmedi. Savaşın sorumluları da dünyanın çeşitli yerlerinde suikastlerle bu felaketi paylaştılar. Savaştan kârlı çıkanlar yalnız “terk edilmiş” malları yağmalayanlar ile karaborsacılıktan vurgun vuranlardı. Günümüz burjuvazisinin en büyük birikimi o dönemde başlar.
Biraz geniş düşünürsek Türk Kurtuluş Savaşı’nı yürüten kadroların Üçüncü Enternasyonal gibi düşündüğünü görürüz. Millet Kurtuluş Savaşıyla silahını hem emperyalist işgalcilere, hem de Türkiye’yi yöneten işbirlikçi burjuvalara çevirmiştir. Türk Devrimi ile Sovyet Devrimi arasındaki en büyük benzerlik buradadır. Mustafa Kemal Paşa’nın 1 Mart 1922’de Meclisin çalışma yılını açarken “Milletin hakiki efendisi köylüdür” dediği konuşmasında, Türkiye halkının anlamsız savaşlarda nasıl harcandığını, köylülerin padişahlar ve İttihat Terakki elinden çektiklerini ne büyük bir isabetle dile getirmiştir. “Yedi asırdan beri cihanın muhtelif taraflarına sevk ederek kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi asırdan beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz…köylüler”
Emperyalist burjuvazinin, diplomasi ile çözemediği konularda nasıl savaşa başvurduğunu günümüzde yaşananlar da gösteriyor. Onlar bunu halk kitlelerine “Millî çıkarları savunma” olarak sunuyorlar. Bizdeki gibi, onların etkisindeki ülkelerin burjuvaları da milleti savaşlarda harcamaya niyet etmekten geri kalmazlar. Kore’ye asker göndermeler, ABD ordusuyla birlikte Irak’a girme isteği, Suriye’de emperyalistlerle birlikte iç savaşa müdahale çabaları, NATO ile birlikte Libya’ya savaş… Böyle durumlarda örgütlü ve bilinçli halk, savaşı önlemek için elinden geleni yapar. Hükümetin emirlerine itaat etmez. Savaş çıktığında ise tepkisini Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi askerden kaçarak ortaya koymak yerine hükümeti devirir ve iktidarı onun elinden alır.
Eğer, herhangi bir yurt parçası, emperyalist bir işgale uğrarsa, yurdu kararlılıkla savunacak olan emekçilerdir. Çünkü emekçi halkın gidebileceği ikinci bir vatan yoktur.
Türkiye, Birinci Dünya savaşındaki felaketle sonuçlanan politikalarından ders çıkarmış bir ülkedir. Mustafa Kemal Paşa’nın “Eğer yurt savunmasına dayanmıyorsa savaş bir cinayettir” sözü bu dersin bir sonucudur. Öte yandan İsmet Paşa Hükümetinin İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’yi savaşa sokmaması da bu felaketten alınan ders nedeniyledir. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi başında tedbirli, uzak görüşlü yöneticiler olsaydı Birinci Dünya Savaşı’na da girmeyebilirdi. “Hayır, bu savaşa girmek zorundaydık” diyenler yanlış konuşuyor…
Çanakkale zaferinin verdiği derin ders budur.