Ömrü yaşadığın gün olarak belirliyorlar. Oysaki yaşamadığımız nice yığınla gün var.
Suçlu kim; coğrafya mı, ortam mı, kültür mü, yoksa inandığımız kader mi?
Kahramanlar arıyoruz hayatımızda. Oysaki Mark Twain’in dediği gibi; “Eğer herkes halinden memnun olsaydı kahramanlar olmazdı.”
Bazen gıpta ediyorum. Çingenelerin günlük yaşamına. Günü yaşamak, sevgi, şiir, şarkı yüklü günü. Dans ile türkü ile neşe ile yaşanan günü. Gerçi dünya da yaşananlar; Çingeneleri anladığımızı göstermiyor. Tarih daima çile çeken bir toplum olduklarını gösteriyor. O kadar çilenin içinde mutlu olmayı başarmak, mutlu olma mücadelesini vermek. Harika olmalı…
Hiç unutmam;
Bizim gözümüzde; ilimizin kahveciler kralı Muzaffer Yıldız’ın Cihan Kıraathanesinin önünde oturuyoruz. Bir kalabalık İstasyon caddesinde aşağı Emniyet Müdürlüğüne doğru gidiyor. Kavga, dövüş, bağrış, çağrış dolu bir yürüyüş. Ali bey mahallesi Çingeneleri mahalle kavgası nedeniyle; karşılıklı olarak şikâyet için Emniyet müdürlüğüne gidiyorlar. Aradan bir süre geçti aynı kalabalık Emniyet Müdürlüğünden el ele, kol kola, neşe ve gülücükler içinde; geldikleri istikametin tersi yönünde mahallelerine gidiyor. Hayretler içinde baktığımız bir ortamdı. Bugün ise ne güzel bir ortam diyorum.
Evet.
Bizim o gün anlamayıp, yanlış yorumladığımızın tersine. Hayatı yaşamak, gülmek, dans etmek, neşe içinde her günü boş geçirmemenin örneğini sunuyorlardı.
Romanya’da Transilvanya bölgesinde yaşayan Çingeneler; Moğol istilası döneminde 13. Yüzyılda bölgeye geldikleri ve özellikle Kazıklı Voyvoda zamanında birçok katliama uğramışlardır. Kuzey Hindistan kökenlidirler.
Transilvanya’daki Çingeneler şunu anlatır:
“Günlerden bir gün Tanrı, büyük suyun içine bir değnek atar. Değnek büyür ve koca bir ağaç oluverir. Bu ağacın altında oturan Şeytan ise, Tanrı’yı selamlar. Birlikte dokuz gün boyunca suyun üstünde dolaştıktan sonra, Tanrı dünyayı yaratabilmek için Şeytandan, denize dalıp dipten kum getirmesini ister. Tanrı ona, adını söylemek suretiyle bunu başarabileceğini söylediğinden, Şeytan kendi adını söyler.
Fakat kum ısınır ve onu yakar. Bu şekilde dokuz gün boyunca kum çıkarmaya çalışır ve bu arada öylesine yanar ki, kapkara olur. Nihayet kendi adını söylemeden denizin dibinden kum çıkarır ve Tanrı bu kumdan dünyayı yaratır. Şeytan, ağacın altında yaşamak istediğinden Tanrı’yı kovmaya çalışır, fakat büyük bir boğa gelir ve onu beraberinde alıp götürür. Ağaçtan yere et parçaları düşer ve yaprakların içinden insanlar fırlar. Yer ve gök daha sonra ancak birbirinden ayrılmıştır.
Tanrı, bir vakit Şeytanla birlikte deniz kenarına iner. Şeytan, suyun derinliğini öğrenmek üzere öne atılır, dibe dalar ve pençelerinde toprakla tekrar yukarı çıkar. Tanrı ona, bundan iki figür yani erkek ve kadını yapmasını emreder. Şeytan bunu da başarır ve Tanrı ondan bu figürleri konuşturmasını ister. Ancak bu kez Şeytan onun emrini yerine getirmez ve yenilgiyi kabul etmek zorunda kalır.
Tanrı asasını figürlere doğru uzatır ve o anda yerden iki ağaç bitiverir. Bunlar, dallarıyla figürlere arkadan sarılır. Bunun üzerine figürler canlanır. Bunlar, Demo ve Yehwa adını taşıyan ilk insanoğullarıdır. Tanrı asasını tekrar kımıldatır ve bu kez ağaçlardan birinde elma ve diğerinde armut biter. Erkeğe armutları ve kadına elmaları yedirtir. Yılan, kadının elmaları yemesini engellemek ister(!). Kadını zapt edebilmek için, Tanrı bunu yılana ifade eder. Fakat sonra Tanrı yılanı kovar ve kadın elmalardan yer. Meyveler, biçimlerinden dolayı her ikisinde, diğer cinse karşı karşı bir istek uyandırır ve Tanrı onlara sevişmelerini buyurur. Kadın, birinci ve ikinci sevişmenin ardından her defasında ‘encore’ (daha çok) der. Tanrı bir üçüncüsüne daha müsaade eder.
Fakat kadının üçüncü sevişmeden sonra da ‘encore’ (daha çok) diye bağırması üzerine, Tanrı kızarak onu ebedi doyumsuzluğa mahkûm eder.”
Kısa bir ömrün içine mutluluğu; çileye, yokluğa, tarihte ki onca baskıya rağmen gülmeye, eğlenmeye, dansa ayıra bilen bir toplum. İnadına yaşam, inadına sevgi yüklü bir yaşam diyebilmek gibi...
Hoşça kalın
Eftal YILDIZ
05 Ekim-2015